LightReader

Chapter 4 - BÖLÜM 3: Sessiz Tapınak

Gölge Meclisi'nin taş tavanı arkamda kaldığında içimde sadece sessizlik kalmıştı. O sessizlik bana huzur değil, tedirginlik verirdi. Yolumun ilk durağını önceden seçmiştim. Orman yoluna çıkan taş merdivenler hâlâ yerindeydi. Ay ışığı dalların arasından süzülüyordu. O ışık, beni hâlâ kabul ettiğini fısıldar gibiydi. Belki de bu yüzden Tsukuyomi'nin tapınağına yöneldim.

Yürürken içimde bir his vardı: Adını yeni duymuş ama anlamını henüz çözemediğim bir varlığın izini taşıyordum. "Zankatuk" — sesini hatırlıyor, ama yüzünü bilmiyordum. Bu tür şeyler sessizce kök salar. Onu henüz tanımıyordum ama o beni biliyordu.

Tapınağa vardığımda hava değişmişti. Ormanın uğultusu içeride susmuştu. Sanki ay buraya özel bir örtü sermişti, rüzgâr bile dışarıda kalmıştı. Girişte semboller hâlâ duruyordu; yosun kaplı taşların arasında tanıdık bir ay şekli hâlâ ışıldıyordu. Eski, terk edilmiş gibi görünse de bu yer hâlâ birini bekliyordu.

İçeriye adım attım. Zemindeki taş plakalar sessizdi. Duvarlara işlenmiş motifler zamanla silinmişti ancak bazıları hâlâ tanınabilir durumdaydı. Tapınağın ortasında, ay şeklinde oyulmuş bir taş daire vardı. Etrafına bir adım daha yaklaşmamla birlikte, sütunların gölgesinden biri beliriverdi.

Zaten onunla karşılaşacağımı biliyordum. Beni yalnız bırakmayan varlıklar, beni yalnızken karşılamaya bayılırdı.

"Zamanlaman her zamanki gibi sıkıcı," dedim.

Gözlerinin içine bakmadım, başımı çevirmeden onun gelişini izledim.

Tamamo-no-Mae.

Kıyafeti zarifti, Japon saray geleneklerine sadık, ama kumaşı ay ışığında tuhaf biçimde parlar, bazen yok olur gibi dalgalanırdı. Sadece bir kuyruğu görünüyordu. Diğer sekiz tanesi ya saklanmıştı ya da gereksiz görülmüştü. Onu tanıyanlar bunun ne anlama geldiğini bilir: Konuşacaksa, aldatmak istemiyordur.

"Beni neden arıyorsun, Seraphia?" dedi.

Sesi her zamanki gibi düzgündü. Ne yakın, ne de uzak. Niyetini belli etmeyen bir perdeyle örülmüştü.

"Biri adımı çağırdı," dedim. "Bense onun adını duydum."

"Kim?"

"Zankatuk."

İlk defa yüzündeki ifade değişti. Gözleri küçüldü. Kuyruğu yer değiştirdi. Bu hareket, onun için ciddi bir şeydi.

"O isim burada anılmaz."

"Ama duyuldu."

İleri yürüdü. Zemindeki semboller onun adımlarında hafifçe ışıldadı. Sanki tapınak hâlâ ona bağlıydı. Belki de Tsukuyomi onun üstünden bakıyordu bana. Belki de ikisi aynı kişiydi.

"Elçileri hâlâ var mı?" diye sordum.

"Sonuncusu Hodr'un susturulmuş vekiliydi."

"Hodr. Kör tanrı. Kuzey'den."

"Ve sessizliği, Zankatuk'un yankısı oldu."

Ona bir adım daha yaklaştım. Bu defa gözlerine baktım.

"Bana doğru gelen gölge ondan mı?"

"Gölge değil, iz. Ve izler daima senden önce varır."

"Yani onun izini taşıyorum."

"Sen mi taşıyorsun yoksa o mu seni seçti — bilmiyorum."

Bir şey daha sormak istedim ama sustum. Cevap istemediğim sorular vardı. Bazı bilgilerin yıkıcı gücü olur. Bilmezsen ayakta kalırsın. Bazen.

Tamamo avucunu açtı. İçinde gri, çatlak bir taş vardı. Ay taşı. Onun verdiği her şey ya bir bedel taşır ya da bir iz. Bu taşın hangisi olduğunu anlayamadım. Ama aldım.

"Bunun sende kalmasına izin verildi," dedi.

"Ben de onun nereden geldiğini unutmam," dedim.

Arkamı döndüm. O anda tapınaktaki hava değişti. Ay ışığı yer değiştirdi. Girişle çıkış aynı yer olmaktan çıktı. Bu tapınak yaşayan bir yerdi. Her gelenle, her cevapla şekil değiştiriyordu.

Tamamo seslenmedi. Arkamdan bir şey söylemedi.

Ama onun gözleri hâlâ üzerimdeydi.

Benim taşıdığım taş değil, ismimdi artık iz bırakan.

Tapınağın içinden çıktığımı sandığımda, aynı sembollerin ikinci kez karşıma çıkması huzursuzluk değil, açık bir meydan okuma gibiydi. Dışarıya adım atmıştım, ancak zemin bana aksini söylüyordu. Taşların üzerindeki ay motifleri, birkaç dakika önce geçtiğim sütunlarla birebir örtüşüyordu. Aynı çatlak, aynı yosun izi. Bu, bir ilüzyon değildi. Tapınak beni salmıyordu.

Geri dönmedim. Böyle durumlarda geriye bakmak çoğu zaman işe yaramaz. Bunun yerine, avucumdaki taşa yöneldim. Yüzeyi soğuktu ama hareketsiz değildi. Derinlemesine işlenmiş çatlak, dokunduğumda parmak uçlarımı uyuşturdu. Sanki damarlarımın içine ince bir titreşim yayılıyordu. Bu his tanıdık değildi; rahatsız ediciydi çünkü bana ait değildi.

Taşı sıktım. Kırılmadı. Ne çatladı, ne ısındı. Ama içindeki şey — oradaydı.

Bir an için ses duyar gibi oldum. Net bir kelime değil, ama sesin taşıdığı biçimsiz anlam, zihnimde yankılandı. Dil değil, hissin kendisiydi ve o his, beni izliyordu.

Zankatuk'un adı ilk kez taşın dışına taşmaya çalışıyordu. Bu sefer yalnızca kulakta değil, bedenimdeydi. Gırtlağımda bir basınç hissettim. Nefesim daraldı. Sanki görünmeyen bir parmak boğazıma bastırıyor, iç sesimi kısıyor gibiydi.

İçgüdüyle, tırpanı sırtımdan indirdim. Vel Sceptrum'un ağırlığı her zaman tanıdık gelirdi; şimdi değil. Elimdeki denge bozulmuştu. Taş, hâlâ avcumdayken tırpanın ucunda bir titreme oluştu. Zemindeki ay mühürlerinden biri soldu. Bu bir uyarıydı.

Sertçe adım attım. Ayın sembolüne bastım. Bir tepki bekliyordum, ama hiçbir şey olmadı. Taş yine de elimde titreşmeye devam etti. Onu yere bıraktım. Taş yuvarlanmadı, devrilmedi. Durdu. Üzerindeki çatlaklardan biri kapandı. Diğeri derinleşti.

Tapınağın iç duvarlarından birinde ince, yatay bir ışık çizgisi belirdi. Giriş değil, çıkıştı bu. Daha önce orada olmayan bir geçit açılmıştı. Ne kapı sesi duyuldu ne taş hareket etti. Ama yol açıktı.

Bir adım attım. Ay sembolleri geride kaldı. İçimdeki baskı azalmadı ama hareket etti. Göğsümde değil, sırtımda hissetmeye başladım. Sanki taş, artık dışımda değil, içimdeydi. Bu yükü ben çağırmadım. Ancak o beni seçmişti.

Tapınaktan çıktığımda gece yerindeydi. Ay aynı konumdaydı. Ağaçlar kıpırdıyor, rüzgâr usulca üzerimden geçiyordu. Fakat ben hâlâ içeriden gelmeyen bir şeyi taşıyordum.

Beni gölge çağırmadı. Ben gölgeyi aramadım.

Ama ikimiz de artık birbirimizin izindeyiz.

Ormanın içine birkaç adım attıktan sonra durdum. Vel Sceptrum hâlâ elimdeydi. Tırpanı yeniden sırtıma astığımda, ağırlığı bir anlığına yok oldu. Bu iyiye işaret değildi. O hiçbir zaman hafif olduğunda güvenli olmazdı.

Yere baktım. Toprak gevşekti. Çimenler arasında ay ışığı parıldamıyordu. Sanki gökyüzü sadece bana bakmayı bırakmıştı. Bu, Tsukuyomi'nin işareti olamazdı. Onun ışığı düşman değildir. Bu başka bir şeydi.

Eğildim. Parmaklarım toprağa değdiğinde hafif bir ürperme hissettim. Dokunduğum yer hâlâ taşın izini taşıyordu. Zankatuk'un adı burada söylenmemişti, ama varlığı iz bırakıyordu. Ayın ışığı susmuşsa, sıradaki adım gölgeye doğru atılmalıydı.

İleriye baktım. Orman ikiye ayrılıyormuş gibi görünüyordu. Bir patika dar, ağaçlar sık. Diğer yol daha geniş ama ay ışığına açık. Genelde açık olan yoldan gitmek daha kolaydır. Bu sefer değildi. Aydınlık, Tanrıların sustuğu tarafa çıkıyordu. Dar olan yol ise sessiz değildi. Oradan gelen bir titreşim, adını hatırlamadığım eski bir kehanetin yankısını taşıyordu.

Karar vermem uzun sürmedi.

Ayın yüzü bana sırtını dönüyorsa, yüzünü bana çeviren karanlığa yürümem gerekir.

Gölgede bir isim yankılanıyorsa, ona yaklaşmak için önce kendimi onun yankısına açmalıyım.

İlk adımı attım.

Ay ışığı arkamda kaldı.

Patika daraldıkça ay ışığı azaldı. Gökyüzü açık olmasına rağmen ışık, dallar arasından süzülmüyordu. Sanki ağaçlar yukarıdan geleni değil, içlerinden yükseleni gösteriyordu. Her adımımda hava daha soğuk, daha ağır bir hâl aldı. Vel Sceptrum'un sapı omzuma baskı yapmaya başladı. Bu sefer ağırlığı bana ait değildi.

Taşın parçası hâlâ cebimdeydi. Tamamo-no-Mae'nin verdiği o ay taşı, içeride çatladığında sessizdi. Şimdi ise ormanın ortasında, cebimden parmak uçlarıma doğru titreşim gönderiyordu. Nabzım değil, taşın kendisi atıyordu.

Bir ses duydum. Değil, daha çok düşünceyle örtülmüş bir yankıydı. Kendi iç sesim gibi gelmiyordu. Başkasının cümlesi, benim zihnimden geçiyordu.

"Gölge seni çağırmaz... seni hatırlar."

Birden durdum. Elim otomatik olarak Vel Sceptrum'un sapa gitti. Tırpanı çekmedim. Gerek de yoktu. Çünkü bu ses saldırı değil, tanıma taşıyordu. Ve tanınmak, zaman zaman tehditten bile daha ürpertici olabilir.

Arkamda kimse yoktu. Ama gölgedeki yer bozulmuştu. Ağaç köklerinin altına çekilmiş bir şey, sessizce gözlerini açmış gibiydi. Yaklaştığını değil, zaten orada olduğunu fark ettim. Gelişini izlememiştim çünkü hiç gelmemişti. Bekliyordu. Belki günlerdir. Belki yüzyıllardır.

Ayağımı geri almadım. Orman bana kapalı değildi, sadece sorguluyordu.

İkinci ses geldi — bu sefer dışarıdan.

"Beni arama. Sen zaten iz üzerindesin."

Sadece bir cümleydi. Sonrası sessizlik. Ne adım sesi ne rüzgâr ne yankı. Sadece çıplak, soğuk hava. Tıpkı Zankatuk'un adı gibi: soyut ama delici.

Bir süre kımıldamadım. Sonra adım attım.

Bu sefer ay ışığı arkama değil, önüme düşüyordu.

Bu, Tsukuyomi'nin değil, gölgeye doğmuş bir ayın yüzüydü ve o yüz artık bana bakıyordu.

More Chapters