> Islak çimen, çıplak ayaklarımın altında her adımda biraz daha canımı yakıyordu.
Hayır, zayıf olduğumdan değil.
Günlerce onunla koşturup güldüğüm bu bahçe, şimdi bana düşman kesilmişti.
"Korkuyorum... Biri yardım etsin."
Böyle mi demişti?
Evet… Evet, tam olarak böyle. Ve ben hiçbir şey yapamamıştım.
Belki de gerçekten zayıftım.
Ayağımdaki yara beni durduracak kadar derindi ama o an korkum, acının önüne geçmişti.
Gecenin zifiri karanlığında bahçeyi tarayan ışıklar her an beni bulabilirdi.
Yıllarımı verdiğim bu insanlar neden şimdi böyle korkunç görünüyordu?
Cevabını biliyordum.
Gerçekler.
Bitmek bilmeyen merakımla ortaya çıkardığım o gerçekler, şimdi her şeyimi benden almak istiyordu.
> Dayanamıyordum.
Ne acıya, ne korkuya... Daha fazla taşıyamıyordum.
Belki de pes etmeliyim, diye düşündüm.
Evet… belki de en iyisi buydu.
Zaten daha kötü ne olabilir ki?
En fazla... ölürdüm.
Beni bu karanlık düşüncelerden çekip çıkaran, onun tüm gücüyle sıktığı sıcacık el oldu.
Bu soğuk ve karanlık gecede, sahip olduğum tek gerçekti o el.
"Korkuyor musun?" diye sordu, kocaman gözlerini bana dikerek.
O gözlerde, benim içimi kemiren korkudan eser yoktu.
Dayan, dedim kendi kendime. Cesur ol.
Tıpkı o kitaptaki kahraman gibi…
Cesur olabilirsem devam edebiliriz.
Belki… belki bir ev vardır bu dünyada bizim için.
Ama ben gerçekten bir canavar mıyım?
Bir ucube mi?
Neden öyle demişti ki?
Bunca şeyden sonra, bize bunları söylemeye nasıl hakkı olabilirdi?
"Yaklaşıyorlar… Yakalanmamızı mı istiyorsun, yoksa?"
Elimi daha sıkı tutuyordu artık.
Ben de farkındaydım, adımlar yaklaşıyordu.
Ama olmuyordu…
Artık hareket edemezdim.
Ve dürüst olmak gerekirse, hareket etmem için bir sebebim de kalmamıştı.
Bırak elimi… ne olur. Lütfen bırak, yalvarırım.
"Elimi bırak," demeye çalıştım, ama dudaklarımda ne ses ne de güç kalmıştı.
Ayağımdaki yaranın ne durumda olduğunu düşünmek bile istemiyordum.
Elimi yavaşça bıraktı.
Ama sonra... garip bir ses çıkardı.
Karanlığın içinde ne olduğunu anlamak için yüzüne eğildim.
Anlayamıyordum.
"Bunlar… ne?" diye fısıldadım.
Gözlerinden su gibi bir şeyler akıyordu.
Anlamıyorum, dedim içimden. Ve galiba asla anlayamayacağım.
"Sen iyi misin? Yaralandın mı? Gözün… gözünde ne var?"
İçimde, tarif edemediğim garip bir his vardı.
Korkuya benziyordu, ama değildi.
Kendim için değildi bu korku — o içindi.
Elimle gözlerinden akan sıvıyı nazikçe sildim.
Böyle bir şeye dair bize bir şey öğretilmemişti.
"Ağlamak…" dedi.
"Ne?"
Çömeldiğimiz ağacın gölgesinde, fısıltılar yankılandı.
Bu kelime bana yabancı değildi.
İlk defa duymuyormuşum gibi geliyordu ama nereden bildiğimi hatırlayamıyordum.
"Buna ağlamak deniyor," dedi. "Spica söylemişti. Onu böyle gördüğümde… 'ağlıyorum' demişti. Ama kimseye söyleme dedi. Kötü bir şey mi ki? Bize... canavar da dedi."
"Biz canavar değiliz!"
Yüzüme şaşkınlıkla baktı.
Sesimi fazla yükseltmiştim.
Eğer birileri duymuşsa, bu işin sonu olabilirdi.
Ama o an… o his…
O günden beri peşimi bırakmayan bir şeydi bu.
Onu götürdükleri günden beri içimde bir şey… büyüyor.
Patlamak üzereymişim gibi…
Düşünmeye başladığımda bedenimi kasıp kavuran, her yanımı kaskatı kesen bir şey.
> "Devam etmeliyiz… Lütfen… Korkuyorum,"
Elimi yeniden çekiştirmeye başlamıştı.
"Neden?" dedim. "En başta bunu denememeliydik bile. Halime bakmıyor musun? Burada… sadece bekleyebiliriz."
Gözlerimi yere indirdim.
"Hem zaten… onlardan kaçabilsek bile… o kapılardan geçebileceğimize gerçekten inanıyormusun? Bekleyelim işte… Sonumuz ne de olsa aynı olacak."
Hafifçe yana ittim onu, üstümü çekiştirmeyi bıraksın diye.
Ardından çimlere oturdum.
Yaklaşan ışıklara bakarken…
Korku, huzur ve adını bile bilmediğim daha nice duyguyu aynı anda hissettim.
/*******/ Bahçesi'nde… şimdiye dek hiç bu kadar yoğun olmamışlardı.
Buraya kadarmış… diye geçirdim içimden, iç çekerek.
O anda, suratımda patlayan şiddetli bir darbe, yanımdaki ağaca savrulmama neden oldu.
Acıyor!
Acıyor…
Çok acıyor…
Elini sımsıkı yumruk yapmıştı. Karşımda dimdik duruyordu.
Evet…
Bana yumruk atmıştı.
/*******/ Bahçeleri'nde bu kesinlikle yasaktı.
Ve gerçekten canımı yakmıştı.
"Bunu… neden yaptın? Acıtıyor… ve bu davranış kesinlikle yasak, eminim."
Gözyaşları gözlerinde parlıyordu ama o an, kıkırdamaya benzer bir ses duyuldu dudaklarından.
Ne olduğunu anlayamamıştım.
Bu, mutluluktan mıydı… yoksa korkudan mı?
"Ne yasağından bahsediyorsun?" dedi, sesi titrek ama kararlıydı.
"Buradan kaçmaya çalışıyoruz. Ve birazdan, eğer bizi yakalarlarsa… o iğneyi bize de yapacaklar."
Gözleri gözlerime kilitlendi.
"Sonra ne olacağını sen de biliyorsun… değil mi?"
> Küçük yaşına rağmen… bu durumda benden çok daha mantıklı davranabiliyordu.
Ama bu normaldi.
Şu an /*******/ en iyisi oydu.
Yeni S-01… bu çocuktu.
Ben ise S-07'ydim.
Henüz ciddi bir sorun yaşamamıştım. Belki bir süre daha da yaşamayacaktım.
Ama yine de böyle bir riske girdim — ve yine her şeyi berbat ettim.
Testlerdeki gibi…
Soğukkanlılığımı koruyamıyordum.
Ama elimden ne gelirdi ki?
Soğuk çelik duvarların arasında, yarını bile belli olmayan yalanlarla büyümüş bir çocuğum sadece...
"S-01… bensiz devam edeceksin," dedim sessizce.
"Ve sonunda… yakalanacaksın. Bahsettiğin o duvardaki deliğin çoktan onarıldığına eminim."
"Neden…"
Sesi neredeyse fısıltıydı, duyulmakla duyulmamak arasında bir yerde.
"Neden gelmiyorsun?
Bir şey yapamadığın için pişman olduğunu söylüyorsun ama hâlâ harekete geçmeye korkuyorsun.
O lanet kitabı hiç görmeseydik böyle olmazdı diyorsun.
Belki haklısındır.
Sonuçta… kitabı hediye eden de Profesör'dü.
Elbette bir amacı vardı.
Ama… yine de…"
Gözlerime baktı.
"Yine de… o kitabı okuduktan sonra kendine Sirius demedin mi?
Sadece bir harf ve sayı yerine…
Kendine bir isim verdin."
Yine o mesele…
İçimden söylenmeye başladım.
Bencilce bir şey söylemek üzereydim.
Bir dakika…
Ne zamandan beri böyle şeyler… böyle şeyler hakkında düşünmeye başladım ki?
"S-01… neden gelmediğimi sordun, değil mi?"
Sessizce nefes aldım.
"Çünkü… artık bir amacım kalmadı.
Ve şu iğrenç haldeki bacağa baksana."
"Bacağındakiler… yürümene engel olacak kadar kötü değiller," dedi.
Sonra gözlerini bana dikti.
"Ve amacının kalmadığını mı söylüyorsun?
İşte o konuda da yanılıyorsun.
Eğer sen… Sirius'san, beni korumalısın."
Haklıydı.
Bacağım, düşündüğüm kadar kötü değildi.
Hatta… çoktan iyileşmeye başlamıştı bile.
Eh, canavar olmanın yan etkileri, herhalde.
Ama… neden seni korumak zorundayım?
"Nedenmiş o?" dedim.
Cevabı geldi, sessiz ama sarsıcı:
"Çünkü… kardeşini korumak zorundasın."
O sözler…
Dudaklarından döküldüğü anda beynime saplandı.
Yine mi…
Yine mi… yine mi… yine mi aynı şey olacak?
Uyanmak istiyorum.
Uyanmak istiyorum.
UYANMAK İSTİYORUM, KAHROLASI!
Önce bir karanlık sardı her yanı.
Sonra…
Acıyla zar zor araladığım gözlerimin arasından, tanımadığım bir oda yavaşça belirmeye başladı.
Nerede olduğumu hatırlamaya çalıştım ama zihnim… bulanıktı.
En son hatırladığım şey…
Kolum!
Yorganı hızla üzerimden sıyırıp kolumu kontrol ettim.
Yerindeydi.
Hatta… gayet sağlam görünüyordu.
Üzerinde en ufak bir çizik bile yoktu.
Oysa hatırladığım son an…
O anı düşündüğümde bile, koparılışındaki o çiğ acı tenimde yankılanıyordu hâlâ.
Vücudumun böyle bir şeyi iyileştiremeyeceğini düşünmüyordum — ama yine de…
Bu kadar hızlı, bu kadar kusursuz?
Hayır, daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştım.
Sonuçta… iyileşmenin de bir sınırı olur, değil mi?
Canavar olmanın yan etkileri herhalde…
Ne fark eder ki...
Nerede olduğumun ya da ne yaptığımın…
Hatta kim olduğumun bile bir önemi var mı?
Şu anda… elimde yalnızca dün geceye ait birkaç parça anı var.
Bir de —
Sebebini bilmediğim halde… beni korkutan o rüya.
Bekle… bu da ne şimdi?
Gözlerimden süzülen sıcak bir sıvı…
Hastamıyım ben?
Neden böyle oldu… durduk yere?
"Ağlamak mı demişti o?"
Dudaklarımda acı bir tebessüm belirdi.
"Ağlıyorum ben… hah… hahahaha…"
Komik.
Gerçekten çok komik.
Çünkü… içimde bir yerlerde hâlâ bir ses fısıldıyor:
Bir amacın var.
Unuttuğun bir şey.
Gitmen gereken bir yer.
Bulman gereken biri.
…
"Ben… niye yaşıyorum ki?"
Tam o anda, bulunduğum odanın dışından tartışma sesleri yükselmeye başladı.
Sert, hararetli ve tanımadığım seslerdi.
Rüya ise…
Çoktan, zihnimin derinliklerinde dağılmaya başlamıştı bile.