Sarayın büyük salonu, yüzyıllardır hiç olmadığı kadar ihtişamlıydı. Yüksek kemerli duvarlar, mor ve altın renkli ipeklerle süslenmiş; her sütunun başına hanedanın arması işlenmişti. Tavanlardan sarkan devasa avizeler, binlerce mumun titrek ışığıyla salonu kutsal bir parıltıya boğuyordu. O an her şey ağır, saygılı ve kadim bir sessizliğe bürünmüştü.
Halk, dış avluda toplanmış, içeride olanları duyabilmek için nefesini tutmuştu. İçerideki kalabalığın yüzlerinde farklı duygular geziniyordu. Bazıları huzurla başını eğmişti, bazılarıysa dudaklarının kenarındaki memnuniyetsizliği saklamaya çalışıyordu. Meclis üyeleri sıralarında yerini almış, gözleri salonun ortasındaki yükseltilmiş taş platforma çevrilmişti.
Caleb ağır adımlarla içeri girdiğinde salonun uğultusu yerini mutlak bir sessizliğe bıraktı. Ayağındaki adımlar yankılanıyor, kalbinin sesi gibi tüm salonda çarpıyordu. Omuzlarında kadife ve kürkten yapılmış kırmızı bir kaftan vardı. Altın ipliklerle işlenmiş desenler, hanedanın tarihini temsil ediyordu. Başını dik tutuyor, gözlerini yere değil, doğrudan ilerideki tahta dikiyordu.
Tahtın yanında, başrahip elinde yüzyıllardır yalnızca kralların başına konulan ağır altın tacı tutuyordu. Sessizce dualar fısıldıyor, her kelimesi saraya kutsanmış bir ağırlık gibi yayılıyordu.
Caleb, platforma çıktığında herkes ayağa kalktı. Ancak bu kalkış bir alkış değil, bir teslimiyet hareketiydi.
Yalnızca biri… Emris… hâlâ gölgede kalmış sütunun dibinde hareketsiz duruyordu. Ayağa kalkmamıştı. Saygı göstermemişti. Ama ses de etmemişti.
Sadece… izliyordu.
Başrahip konuşmaya başladı:
"Krallar doğmaz, hazırlanır. Ve halk, onu kutsadığında meşruiyet ışığıyla parlar.
Bugün burada, Tanrılar'ın huzurunda, halkın sessiz onayıyla, yüce kanın taşıyıcısı Caleb'e krallık tacını sunuyorum."
Salonda yükselen koro, kadim bir ilahi söylemeye başladı. Müzik, taş duvarlara çarpıyor, sarayın kalbine kadar yankılanıyordu. Caleb diz çöktü. Başrahip ellerini kaldırdı, tacı yavaşça onun başına yerleştirdi.
Ve o an…
Sanki tüm saray bir anlığına nefes almayı bıraktı.
Tacın Caleb'in başına değdiği saniyede, gücü hissedermişçesine gözlerini kapattı ve gülümsedi. Kapının dışında toplanmış halk alkışlarla haykırdı. Trompetler çalmaya başladı. Meclis üyeleri bir bir diz çökerek yeni krallarını selamladı.
Caleb başını kaldırdı. Gözleri, önünde diz çöken halkın üstünde durdu ama bir anlığına, bir gölgeye takıldı. Sütunun dibinde hâlâ ayakta duran bir figür…
Emris.
Ne alkışlamıştı, ne eğilmişti. Gözlerinde bir öfke yoktu. Ama inatçı bir sükûnet vardı. O duruyordu…
Sanki hâlâ bir şeyin bitmediğini biliyor gibiydi.
Trompetlerin sesi yavaşça azaldı. Koro sustu. Caleb, altın işlemeli tahtına oturduğunda artık resmen krallığını ilan etmişti. Sarayın dev taş salonunda sessizlik hâkimdi. Meclis üyeleri ve halkın temsilcileri önünde diz çökmüş, kutsanmış krallarını selamlamıştı.
Caleb'in gözleri, salonun ortasından geçerek bir noktada durdu. Orada, sütunun gölgesinde dimdik ayakta duran tek kişiye odaklandı: Emris.
Taç başında parlayan Caleb, başını hafifçe eğdi. Sesi bütün salonda yankılandı.
Kararlı, ölçülü ama altındaki mesajı herkesin anlayacağı kadar keskin.
"Bugün burada, Tanrıların ve halkın huzurunda tahta çıktım. Ancak bu krallıkta yalnızca taç değil, düzen de taşınır. Ve düzen, kalbi kırılmış ama hâlâ değerli olanları yok etmekle değil; onları doğru yere yerleştirmekle sağlanır."
Gözlerini Emris'ten ayırmadan devam etti:
"Kardeşim Prens Emris, hanedanın bir üyesi olarak her zaman saygıyı hak eder."
Caleb, Elini sanki Emris'i kutsarmış bir biçimde kaldırdı.
Emris ise abisinin yaptığı harekete şaşırmış bir şekilde gözlerini tamamen açmış ona bakıyordu. Caleb geri adım atmayarak konuşmasına devam etti:
"Bu yüzden, ona Herefordshire Dükalığı'nı veriyorum. Kuzeyin derin ormanları, dağ geçitleri ve sınır boylarındaki topraklar… Onun iradesiyle güçlenmeli."
Dük Emris, bugünden itibaren bu toprakların koruyucusu ve yöneticisidir."
Salonun bir kısmı alkışlamaya yeltendi ama havadaki gerginlik elleri yarıda bıraktı. Çünkü herkes biliyordu… Herefordshire, krallığın en uzak ve en karmaşık bölgesiydi. Ayaklanmaların çıktığı, halkın asi olduğu, İnsanların pis ve kötü olduğu, kraliyet gözünden uzak ve tehlikeli bir yerdi.
Bu bir onur değildi. Bu, sürgündü.
Caleb, yüzünde asla açık bir düşmanlık taşımadan, başını eğdi.
"Senin zekânla o bölgeyi hak ettiği yere getireceğine inancım tamdır… kardeşim."
Tüm bakışlar şimdi Emris'e dönmüştü. O ise kımıldamadı. Kaşları çatılmamıştı. Gözlerinde öfke yoktu.
Ama… bir şey değişmişti. Gözleri, buz gibi bir deniz kadar sakin ve sonsuz görünüyordu.
Sadece başını hafifçe eğdi.
Ne onayladı, ne reddetti.
Sadece kabul etti. Sessizce. Derin bir plan gibi.
Ve böylece bir krallık doğarken, bir gölge sınır boylarına sürüldü.
Ama bazı gölgeler, yalnızca karanlıkta büyür.