LightReader

Chapter 3 - 3.Bölüm-Kalbimin Üzerinden Geçen Adımlar

Kalbimin üzerinden geçen ayak seslerini duyuyor musun? Yoksa yine umursamazlığınla beni yerin dibine mi sokmaya çalışıyorsun? Biliyorsun, bataklığın içinden çıktım ben ve bataklığın ortasında zambak gibi yeşerdim; ama adımlarımla bir tek sana yetişemedim.

Ne beklerler hep bizden? Bir tutam kendilerine verilecek mutluluk mu, yoksa yaratmak mı? Ya da bir canlıyı rahmimde yaşatmak mı? Hep beklemediler mi zaten? Evet, hep beklediler, olmayacağı beklediler; zaten olanı da istemediler. Bir bardak su verdim benden, ona denizi vermemi istedi. Bir dal sigara verdim, benden ona ateşi vermemi istedi. İstedi de istedi. Peki, sonu nereye gitti? Toprağın altında çürümeye mi, yoksa zihnimin hiç el değmemiş alanlarında kaybolmaya mı?

Biz kadınız, biz yaratanız, biz can vereniz, biz yaşatanız, biz yapanız. Belki de bu yüzden korkuyorlar; belki de bu yüzden bizi yok ediyorlar.

Ama kadın bir gün sinirlendi, bir gün bir karar verdi: Canını yakanların canını okuyacaktı. Çünkü okumazsa, öfkesi sönmezse kendisi bitecekti, yok olacaktı.

Belki de kalbimizin üzerinden hiç bitmeyen adımların geçmesinin sebebi de budur, bilmiyorum.

Biliyor musun, bir kral vardır. Derler ki, o kral her şeyin söz sahibiymiş. Ama bir gün gelmiş, hiç adı sanı geçmeyen bir kadına olan aşkıyla bitivermiş.

Çünkü kadın, can verdiği gibi can alıyor da; yaşattığı gibi öldürüyor da. Kralın da iplerini eline almış ve bıçağı şah damarına hiç düşünmeden saplamış.

Kadından istediler her şey olmasını, her şeyi vermesini, her şeyi yapmasını. Ama en çok da yapabilmesinden korktular. Çünkü kadın yaparsa sonlarının geleceğini biliyorlardı. Bu yüzden korktular, öldürmek istediler; ama kadının öfkesinden bir haberdiler.

Benden iste bir bedenden, bir beden çıkarayım; onu büyütüp yaşatayım. Ya da benden iste sonsuzluğuna son olayım. Ama bir daha kalbinden hiç çıkamayım.

Ben rahmimden bir yokluk çıkardım; orada onu büyüttüm, yaşattım. Günü geldi yokluğu sevdim, günü geldi okşadım, günü geldi kalbine dokundum, onunla ağladım. Ama sonra o yokluğu istedim, başka bir şeyi istemedim. Seni de istemedim. Çünkü fark ettim ki ben alıştım yokluğunla var olmaya, alıştım bataklığın ortasında tek başıma yaşamaya, kalbimin üzerinden adımlarınla geçmene.

Ve yine sen kadından her şeyi istedin, sonra da gittin. Ama sonunda sende sadece bıraktığın öfkesi kaldı; artık sönen kadın gibi yalnız kaldın. Belki de hak ettin.

---

Saat, gecenin zifiri karanlığını sona erdirmiş ve sabahın huzurlu ışıklarını, uyuduğum dört köşe odanın camından içeri sokmayı başarmıştı. Nerede olduğumun bu sefer farkındaydım. Dün, İsa'nın yanından ayrıldıktan sonra mekâna gelmiştim onlarla beraber. Çünkü hazırlanmam gerekiyordu; yeni bir iş vardı ve bu iş belki de benim kurtuluş yolum olabilirdi. Çünkü İsa'nın dediğine göre çok zengin bir aileydi, Türkiye'nin en zenginlerindenlerdi. Böyle zengin ve dört tarafı korumalarla kaplı bir aileyi nasıl dolandıracağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sanırım İsa kafayı yemişti. Biz bu işin sonunda bok çukuruna batmayacaksak, benim için her şey tamamdı. İsa için değildi bunu kabul etmem; "onun" için yapacaktım bunu ama bu işin sonunun iyi biteceğini göremiyordum.

Gözüme vuran güneşin ışıklarını engellemek için pencereye uzanıp o perdeyi kapattığımda biraz daha rahattım. Her zaman kaldığım odadaydım; küçük bir yatak, bir elbise dolabı ve makyaj masası vardı. Burası bana kendimi adeta yabancı hissettiren bir yerdi. Belki de öyle hissetmem gerekiyordu çünkü ben çocukluğumdan beri bu odada kalmama rağmen asla ama asla ait hissedememiştim. Peki burası, "mekân" dediğim yer neresiydi? İsa'nın mekânı, Söğütlü...

İlk kez çocukken buraya gelmiştim, o pis bataklıktan kurtulduğumda bu ev denen ama gerçekten bazılarının evi olan bu yere gelmiştim. Ama bana asla ev olamamıştı, olmaması gerekiyordu. Ben ait değildim, ait olamayacaktım.

Kapımın tıklatılmasıyla doğruldum ve odama Semra Abla girdi. Semra Abla, İsa'nın ablasıydı ve buradaki çoğu işi o hallediyordu. Küçük bir kız çocuğuyken buraya geldiğimde beni çok sevecen bir şekilde karşılamıştı; iyi kalpliydi ve yardıma hazırdı ama bir kusuru vardı: Kardeşinin ne mal olduğunu anlamayacak kadar aptaldı ya da anlamak işine gelmiyordu. Bunu asla çözememiştim.

Bana doğru yaklaştığında yatağımın kenarına oturdu ve düşünceli bir şekilde "Liya, bir önceki iş yeni bitti, şimdi hemen buna başlayacak olman beni stres ediyor. Umarım her şey yolunda gider," dedi.

Ciddi miydi? Cidden bana bunu söyleyebiliyor muydu?

Sinirli ve sitemli bir şekilde yatagimda kipirdandim, "Semra Abla, biliyor musun bilmiyorum ama kardeşin istedi diye oluyor bunlar, haberin var mı? Haberin yoksa olsun bence artık. Çünkü onu sürekli suçsuz görmenden ve kayırmandan bıktım." dedim.

Söylediklerime sinirlenmişti, hem de çok sinirlenmişti. Gözlerinin sinirden seğirdiğini fark edebiliyordum çünkü kardeşi onun için çok önemliydi.Bana şiddetle dönüp, "İsa olmasaydı bir hiç olacaktın şu an. Gelmiş hala ona laf atıyorsun, kızım sen değer bilmez, ekmek yediği kapıya yüz çeviren bir kızsın. Niye böyle olduğunu asla anlamıyorum ama yapma böyle, sadece işimizi zorlaştırıyorsun," dedi.

Ciddileştim; ciddileşmem lazımdı çünkü bu aptal kadın hiç bir şey anlamıyordu.

"Sizin o evinize getirdiğiniz ekmekleri de benim sayemde yiyorsunuz bunun farkında mısın? Ben olmasam işiniz bok yoluna girer, bütün mallar elinizde patlar. Gelmiş hala bana "değer bilmez" diyorsun. Kimin değerini bileceğim? Söylesene; yaptığı bir iyiliği 40 senedir başıma vuran kardeşinin mi yoksa onun yamalığını yapan senin mi? Ya da sürekli dimdik durduğum, kendimin mi? Değerini bileceğim? Söyle bana da bileyim. Daha iyi bir fikrin varsa lütfen söyle,çekinme, ben eleştiriye açığım," dedim.

Yalandı ben eleştiriye falan açık değildim.Kimse beni eleştiremezdi.

Daha fazla benimle konuşmaya dayanamadı ki, yatağımın kenarından kalktı ve odamdan çıktı. Çıksındı! Beyinsizler sinirlerimi bozmaktan başka hiç bir işe yaramıyorlardı.

Artık hazırlanmalıydım bu iş için, ama hazırlanmaya başlamadan önce İsa'yla detayları konuşmam gerekiyordu. Dolandıracağım ailenin noktalarını öğrenmem lazımdı ama şu an onunla hiç konuşasım yoktu. Fakat zorundaydım. Bunun farkına vararak ayağa kalktım ve İsa'nın olduğu odaya doğru gitmek üzereyken, askılıktan hırkamı alıp giydim. Artık gitmeye, o konuşmayı yapmaya hazırdım.

İş böyle başlardı; önce İsa müşteriyi bulurdu, sonra beni ikna etmeye çalışırdı. Elinde sonunda şantajlar ve fakirliğim sayesinde ikna olurdum ve işin detaylarını öğrenmeye geçerdim.

Önce aileden ayrıntılı bir şekilde bahsederdi; tüm aile üyelerinin T.C. kimlik numaralarına kadar öğrenirdik. Daha sonra asıl avımı tanıtırdı; asıl avlamam gerekeni, atmaca olarak asıl ağıma düşürmem gerekeni anlatırdı. Pür dikkat dinlerdim, dinlemem lazımdı. Dinlemeyip bir noktayı dahi kaçırırsam her şey mahvolurdu, buna izin veremezdim.

Sonrasında aileyle tanışırdım. Dokuz gün boyunca içlerine sızardım, dokuz gün boyunca kanlarını emer, dokuz gün boyunca ruhlarını ezberlerdim. Ve sonunda, dokuzuncu gün düğün günü geldiğinde, gecesinde her şey başlardı.

Avım, gece ile alakalı farklı şeyler düşünürken benim aklımdan geçen tek şey onun boynuna,şah damarına bıçağı saplamaktı. Hayır, katil değildim, öldürmüyordum. Sadece aileyle alakalı öğrendiğimiz kirli şeyleri onlara şantaj olarak kullanıyordum.

Bu dokuz gün içinde o kirli şeyin ne olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Bu bazen beni zorlasa da hiçbir zaman "başarısız" olmamıştım. Sonrasında da paramızı alıp çekip giderdik. Her şey böyle ilerlerdi.

Tereyağından kıl çeker gibi dikkatli olmam lazımdı; diken üstündeydim her an. Ve her yeni ailede kişiliğimi değiştirmem lazımdı. Bu beni zorlamıyordu çünkü rol yapmak kadar kolay bir şey yoktu benim için. Çocukluğumdan beri alışmıştım buna; mutsuzken mutlu rolü yapmaya, içim kan ağlarken ağlamıyor rolü yapmaya çok alışkındım. O yüzden zorlanmıyordum. Beni tek zorlayan şey, Nazlı'ya yalan söylemek oldu. Onun işimden bir haber olması beni ne kadar üzse de olduğum yerde kalamazdım. Yaşamak için hareket etmek zorundaydım.

Yalanların içinden gelmiş bir kız, o yalanlara dönüştü ve her bir aklının köşesinde dolanan yılanı düşmanlarına doğrultup onları zehirledi. Ve o kız yalanın artık ta kendisi olmuştu.

Koridora adimlarimi attigimda ilk İsa'yı görunce duraksadım.Beni mi bekliyordu? Dünden sonra sabah uyanır uyanmaz onu görmek bana kesinlikle iyi gelmemişti. Hemen bu konuşmayı yapıp defolmak istiyordum. Beni görünce eliyle kafasini kaşıdı ve "Ooo, Liya Hanım uyanmış," dedi sinir bozuculuğuyla. Kusmak istercesine ona dönüp, "Şu lafları kullanma bana tiksiniyorum," dedim.

Oysa o tiksinmemden keyiflenir gibi çok rahattı. Aslında bu kadar rahat olmaması lazımdı; yine bir dolandırıcılık, yine bir maske oyunu vardı ortada, ama o çok rahattı, garip...

"Her neyse, artık başlayalım mı? Daha fazla seninle aynı havayı solumak istemiyorum, farkındaysan eğer tabi," dedim.

Ve evet, farkındaydı. Daha fazla uzatmadan konuşmasına başladı.Benimle daha iyi konusabilmek icin bana yaklasmisti

"Parskan ailesi, ünlü bir gemici ailesi. Ülkenin her yerinde sıkı ticaret yaptıkları şirketleri var; her yerdeler. Zenginlikten götlerine don almayı unutacak haldeler, donun yerine gidip gemi alıyorlar. Öyle bir psikopatlar.

Mehmet Ali Parskan, aslen Rizeli ama Rusya'da doğmuş büyümüş, 60 yaşında.Türkiye'nin ve Parskan şirketinin kurucusu, lideri... Ne dersen de onlar karanlık dünyanın alt tabakasının patronları, üstten her şeyi yönetiyorlar. Siktiğimin piçleri.

Karısı var, bir de onun adı da Züleyha Parskan... Beş yıl önce evlenmişler ve asıl önemli kısım bu adamın oğlu, yani senin avın, güzel atmaca'nın avı:

Taylan Sarp Parskan.

Serefsizin önde gideni; kuduruk bir zengin piç. Önüne geldiğine bok gibi davranıyor, önüne gelmeyeni de önüne getirip yine bok gibi davranıyor. Babasının yanında çalışıyor; şirketin bir sonraki lideri gibi bir şey. Üç hafta önce askerden geldi ve üvey annesi ona gelin arıyor, evlendirmeye çalışıyorlar. Tam bir piç çünkü üvey annesinin gösterdiği hiç bir kızla takılmıyor, önüne geleni reddediyor. Kendi çapkın hayatıyla mutlu ama babası kesin ve net: Şirketin başına geçeceksen evleneceksin diyor."

Bu zengin piçler de böyle işte. Bir kadın olmadan bir şeyi yapmaktan çok acizler. Gerçi erkeklerin geneli öyledir zaten,diye içimden geçirdim

Ve sonrasında konuşmaya devam etti ben de onu dinlemeye devam ettim."Züleyha kendi istediği kızın gelini olmasını istiyor, çünkü kendine bir rakip çıkmasını istemiyor. Klasik kadın savaşları işte. Bununla da uğraşmak zorundasın."

Bir anda merakla lafını bölüp, "Gerçek annesine ne olmuş, ölmüş mü?" diyerek lafa girdim.

"İşte kızım, asıl olay burada başlıyor. Annesi kayıtlarda ölmüş görünüyor ama geçen cinayet davası açıldı; kadın cinayetinden ölmüş diye biliyorduk da mezar açıldı ve mezar bomboş. Amına koyayım! İşte bunu kimse bilmiyor, biz öğrendik emniyetten. Şimdi asıl görev sana düşüyor: Dokuz gün boyunca aralarına sızıp, ruhlarını öğrenip, amaçlarını anlayıp bu sırrı öğreneceksin. Ve eğer şantajda kullanabileceğimiz bir şey varsa, dokuzuncu güne geldiğimizde bu şekilde işi bitireceksin. Bu kadar anladın mı her şeyi?" diyerek cümlesini bitirdi.

Evet, anlamıştım. Ben zeki bir kızdım, anlardım.

O herifin güvenini kazanıp her şeyi öğrenip paralarını alacaktım. Harika, şahane, harika. Önceki dolandırdığımız ailelerden milyonlarca kat zenginlerdi adamlar; Türkiye'nin sahipleriydi yani. Resmen sahipleri. Herkes duymuştur "Parskan" soy ismini diye içimden geçirip düşüncelerimle uğraşırken İsa bir anda saçlarıma dokunup lafa girdi:

"Dış görünüşüne biraz daha dikkat etmen lazım ve saçlarını kesiyorsun."

Şaşırmış bir şekilde, "Saçlarım ne alaka?" dedim.

O da elini saçlarimdan cekti usanmış gibi bakıp, "Hem sağlıksızlar hem de sürekli her aileye aynı saçla mı gireceksin? Olmaz bu, olmaz. Bu önemli, izin veremem," dedi.

Evet, haklıydı.Haklı olmasına sinir oldum. Saçlarım hem aşırı sağlıksızdı hem de biraz daha uzun saç kullanırsam düğün fotoğrafçıları "Bu kız kaçıncıya evleniyor?" diye düşünebilirlerdi. Şaka tabi ki, böyle bir ihtimal yoktu.

Artık fazla ses vermeyip odadan çıktığımda, soğuk koridorda yürümeye başladım. Düşünceler aklımı kemirirken en önemli düşüncem bu işte bittiğinden sonra yine bir şeyleri unutacak olmamı merak etmekti. Belki unutmazdım; bu sefer hem ben turp gibiydim. Kaç kez bu unutkanlığımdan hastaneye gittim ama hiç bir şey çıkmadı. Çıkmazdı zaten. Biliyordum; sağlıklıyım ben diye geçirdim içimden.

Artık biraz uyuyup yarın için dinlenmem lazımdı çünkü depodan zaten geç gelmiştik ve beyinsizler yüzünden düzgün uyuyamamıştım. Şimdi keyif sürme vaktiydi çünkü uyumayı çok seviyordum.

---

Dokuzuncu Gün: Özkan Ailesi(bir önceki aile)

Gecenin koyu siyahı, düğün salonunun altın sarısı ışıklarıyla dans ederken, herkes aşkın ve mutluluğun büyüsüne kapılmıştı. Ancak Liya'nın gözleri başka bir şeyi görüyordu; sahnenin ardındaki gerçekleri, sırları ve tuzakları... Dokuz gün boyunca ince ince ördüğü ağ, şimdi sıkı sıkıya çekiliyordu. Gelinliğini topladı ve ayağa kalktı.

Her adımı, her kelimesi bir stratejinin parçasıydı. O an geldiğinde, sadece birkaç dakika sürecek ama dokuz günün hakkını alacak bir güç dengesi kurulacaktı.

Liya, kalabalığın içinde zarifçe süzülerek Doğukan'ın yanına sessizce yaklaştı. Kimsenin duymayacağı, kimsenin bilmeyeceği bir yerde, dışarıya açılan gizli bir balkonun karanlığına çekti onu.

"Dokuz gün..." diye fısıldadı Liya, sesi soğuk ve keskin. "Dokuz gün boyunca senden daha akıllı olduğumu sakladım. Her yalanını, her sırrını, her korkunu...Elimde tutuyorum."

Doğukan'ın yüzü, kalkanları düşmüş gibi soldu. "Neler sakladığını biliyorsun, değil mi?" diye devam etti Liya. "Bana verdiğin her gülüş, aldığın her nefes, senin zayıf noktan."

Elini cebine attı ve küçük, siyah bir USB bellek çıkardı.Bu isi hemen bitirmek istiyordu o yizden kısa kesiyordu cunku dogukan cok aptaldi ne yapsa kanardi "Bunu görür görmez, hayatının dönüm noktası olduğunu anlayacaksın."

O USB'de, sadece para akışının detayları değil, aynı zamanda Doğukan'ın asla açıklanamayan ama herkesçe bilinen, ailesini mahvedebilecek gizli belgeler, telefon kayıtları ve hatta onun özel hayatındaki çarpıcı görüntüler vardı.

Doğukan, dehşet içinde Liya'ya baktı. "Ne istiyorsun?" diye sordu titrek bir sesle.

Liya, hafifçe tebessüm etti. "Sadece tek bir şey: parayı… Şimdi, derhal, kontrol ettiğim hesaplara taşıyacaksın. Kimse anlamadan, iz bırakmadan. Yoksa... bu geceyi bir lanet olarak hatırlarsın."

Doğukan'ın gözlerinde çaresizlik ve korku vardı. Liya, onun teslimiyetini görünce soğuk bir zafer tadı aldı.

Ama işte asıl zeka burada yatıyordu: Liya, Doğukan'ın hareketlerini önceden hesaplamıştı. Şantajın gücünü korumak için, USB'nin bir kopyasını, düşmanlarına göndermiş, böylece Doğukan her an kontrol altında kalacaktı.

"Unutma," dedi Liya, "bu oyunda kazanan ben olurum. Ve sen, sonsuza dek benim gölgemde kalacaksın."

Balkondan uzaklaşırken, düğünün neşesi arasında, Liya'nın kalbinde soğuk bir ateş yanıyordu. Dokuz günün sonunda, dünya onun parmaklarının ucundaydı.

Günümüz;

Uyanmıştım, sonunda uykunun tatlı kollarından ayrılmak mecburiyetinde kalmıştım. Bundan hoşlanmıyordum ama yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Aileyle tanışmaya akşam saat 9'da gidecektik ve o zamana kadar halletmem gereken derslerim vardı. O yüzden kendi evime doğru yol almam lazımdı.

İlk önce giyindim ve çantamdaki makyaj malzemeleriyle, buradaki dolabımdaki makyaj malzemelerini kullanarak güzel bir makyaj yaptım. Toprak tonlarında… Yakışmıştı, güzel olmuştu. Güzel hissetmeyi çok seviyordum çünkü uzun yıllar süren güzellik takıntılarım vardı. Üzerime siyah bir mini etek, uzun siyah dantelli çoraplarımı ve beyaz hırkamı geçirdiğimde Söğütlü'den çıkmaya hazırdım.

Kulaklığımdan Kamuran Akkor şarkılarını açtım. Nazlı, görünüşüme kıyasla dinlediğim şarkıların benimle hiç uyuşmadığını söylerdi … Evet, ben bir arabesk kadınıydım.

Semra ablaya ve Serhat'a "Hoşça kalın." dedikten sonra evden çıktım. Bugün evime yürüyerek gidecektim. Çok uzak sayılmazdı buraya ve eve gidip bir an önce ders çalışmalıydım. Yürürken müziğe kendimi kaptırdım ve gerçek dünyanın yine dışına çıktım. Bir "daydreaming" hastasıydım ve bunu durduramıyordum.

Hava bugün güzeldi, yani açıktı. Benim için pek güzel sayılmazdı çünkü kapalı havaları seviyordum.

Ve bir anda...

Yürürken arkamdan çalan kornanın sesiyle durmak zorunda kaldim. Ha siktir! Yayalar için kırmızı yanarken geçmiştim.Aklımı sikeyim, aptal öleceksin az kalsın diye söylendim içimden.

Korna çalan arabanın kapısı açıldı. Uzun boylu, esmer, kirli sakallı bir adam çıktı. Hay ananı avradını ya… Adam çok yakışıklıydı. Bunlar niye normal zamanlarda karşıma çıkmıyor ki? diye söylendim içimden. Ve bana doğru yürümeye başladı.

"Ya kızım, sen manyak mısın? Çarpacaktım az kalsın sana. Sonra senin yüzünden suçlu ben olacaktım." dedi.

Evet, haklıydı. Aptallık bendeydi. Ona dönerek bir adım attım ve soğukkanlılıkla yaklastim

"Tamam, ne abarttın ya? Çarpmadın işte." dedim.

Bir an önce kaçmam gerekiyordu bu yakışıklının yanından çünkü evde beni bekleyen dersler vardı. Tam gidecekken kolumu tutup,alaycı bir ses tonuyla,

"Birisinin sana trafik kurallarını öğretmesi lazım bence. Bu gidişle iki gün yaşamazsın, söyleyeyim." dedi.

Sesindeki tınıya gıcık olmuştum. Ona sinirle döndüm ve

"Sana ne? İster yaşarım ister yaşamam, işine bak ya." dedim.

Umursamıyormuş gibi kafasini salladi

"Kızım bana ne zaten? Öl, kal, geber, ne yapayım ben? Ama senin yüzünden suçlu ben olacaktım. Başkalarının da başına senin gibi bir bela gelmesin diye uğraşıyorum ben." dedi.

Hayvan herif, "öl, geber" demişti resmen bana. Yakışıklı olduğu kadar da hayvandı, öküzdü, beyinsizdi. Ona o an gözlerim sinirden seğirircesine dönüp,

"Beyinsiz herif! Sen de dikkatli sür, çarpma kimseye, suçlu olma. Sal artık beni ya gideyim." dedim.

Kahkaha attı.Ve bana bir adim daha yaklasti

"Beyinsiz mi? Güzel olduğun kadar dilin de güzelmiş, bakıyorum da."

Bu aptal bana "güzel" mi demişti? Ne alaka ya? Bıktım erkeklerden, kurtulmak istiyorum hepsinden. dedim içimden. Ona artık bıkmışçasına dönüp,

"Tamam, artık ben gidiyorum. Hoşça kal, sana da kazasız belasız iyi araba sürüşler dilerim." dedim.

Kahrolsun, arabası olan herkesi çok kıskanıyordum. Bu işi halledince kesinlikle ben de bir tane kendime alacaktım. Artık bir an önce bu adamın yanından kaçmam gerekiyordu. Ama o beni yine durdurup, sesindeki gıcık tonlamayla,

"Sst, güzellik… İsmini söylemeden kaçma ya. Karşıma çıkmıyor böyle senin gibileri." dedi.

"İsmimi söylersem beni bırakacak mısın artık?" dedim bıkkınlıkla.

"Evet, kesinlikle. Söyle ve kurtul benden." dedi.

"Liya."

"Liya?"

"Liya Tunç."

Piç gulusuyle"Memnun oldum Liya. İsminin de senin gibi güzel olacağını tahmin etmiştim." dedi.

Onun ismini sorma isteği bile göstermedim. Elinden kurtulup uzaklaştığımda, o birden arkamdan bağırarak,

"Belki sonra merak edersin bu yakışıklı kimdi diye! Benim ismim de Taylan! Taylan Sarp Parskan!" dedi.

Siktir. Parskan mı? Siktir, siktir, siktir.

İsim, zihnime sivri bir bıçak gibi saplandı.

Sanki gökyüzündeki kara bulutlar bile o an ağırlaşmış, rüzgâr kilometrelerce öteden sadece bu ismi taşımak için esmişti.

Gözlerim, yol kenarındaki o yabancının gözlerine kilitlendi.

Ve o an, fark ettim:

Kaderin ipleri artık ellerimde değildi… ama biri onları çoktan çekmeye başlamıştı.

More Chapters