LightReader

Chapter 2 - Bölüm 2: TANIŞMA

Bir kış günü. Hava öyle yumuşaktı ki, insanın içini usulca sarıp sarmalıyor, sanki görünmez bir battaniyeyle kalbi ısıtıyordu. Dün geceden beri usul usul yağan kar, yolları bembeyaz bir örtüyle sarmış, şehri derin, huzurlu bir sessizliğe gömmüştü. Sokak lambalarının soluk ışıkları kar tanelerinde dans ediyor, her adımda hafif bir çıtırtı yükseliyordu. Kaldırımda yürürken karın altında çıkan o tanıdık çıtır çıtır sesler, Mine'nin kalbini daha da hızlandırıyor, içindeki heyecanı bir kıvılcım gibi körüklüyordu. Adımlarını hızlandırdı; botlarının karı ezmesiyle çıkan ritmik ses, sanki bir marş gibi onu motive ediyordu. Yürürken Murat'ı düşündü. Onu ilk gördüğü o büyülü anı hatırladı: Allah'ım, bu ne kadar hoş bir adam böyle! Gözleri, sanki denizin dibinden fırlamış zümrütler gibi parlıyordu. O an kalbim durdu sandım. Yüzü kızardı, rüzgâr yanaklarını daha da pembeye boyadı.

Mine, açıköğretim lisesinin okul öncesi bölümünde okuyordu. Hayatın zorlu dalgaları arasında bir şekilde son sınıfa kadar gelmeyi başarmıştı – geceleri mum ışığında notlar ezberleyerek, gündüzleri evin yükünü sırtlanarak. Bu sene staj yapmak zorundaydı; yoksa yılların emeği boşa gidecekti. Bir anaokuluna başvurdu, kalbi göğsünde gümbürderken. Okulun kapısından içeri adım attığında, büyülenmiş gibi donakaldı. İç mekan adeta bir masal diyarıydı; duvarlar rengârenk desenlerle canlanmış, sarı güneşler, mavi bulutlar, yeşil ağaçlar fırlayacakmış gibi canlıydı. Yerler pırıl pırıl parlıyor, hafif limon kokusu havayı dolduruyordu. Üst kattan aşağı inen devasa, gökkuşağı kaydırak, her köşeyi neşeyle, kahkahayla dolduruyordu – çocuklar kayarken çıkan vııışş sesi bile mutluluk kokuyordu. Sınıf kapılarındaki yuvarlak pencerelerden çocukları izlemeye başladı. Her biri ayrı bir dünya, ayrı bir hikâye: Kimi arkadaşıyla top koşturup kahkahalar atıyor, sesleri koridorda yankılanıyordu; kimi sessizce köşede resim çiziyor, kaleminin kağıt üzerindeki hışır hışır sesi huzur veriyordu; kimi gözyaşları içinde annesini arıyor, minik hıçkırıkları yürek burkuyordu.

Bir çocuk dikkatini çekti: En köşede, tek başına oturmuş, sınıftaki curcunaya aldırmadan gözlerini yere dikmişti. Arkadaşlarına tek bir bakış bile atmıyordu; sanki görünmez bir kalkanla kendini sarmıştı. O küçük kızın hüzünlü bakışları, Mine'nin yüreğini bıçak gibi sızlattı. Kendi çocukluğumu gördüm onda. Beş yaşındayken, o karanlık evin köşesinde, oyuncak bebeklerimle konuşurdum tek. Kimseyle göz göze gelmezdim, korkudan. 'Neden bu kadar sessizsin?' derlerdi annemle babam, ama onlar anlamazdı ki içimdeki fırtınayı. Kızın dağılmış kumral saçlarına gün ışığı vurdukça, teller altın gibi parlıyor, mahzunluğu daha da derinleşiyordu – sanki saçları bile ağlıyordu. Mine'nin gözleri doldu; o an, bu stajın sadece bir diploma için olmadığını anladı. Bu, kendi yaralarını iyileştirmenin yolu olabilirdi.

Sonunda temizlik görevlisi – yaşlıca, güler yüzlü bir teyze – Mine'yi fark etti. Elinde kovası, paspasıyla yaklaştı.

– Buyurun hanımefendi, kime bakmıştınız? Gözleriniz çocuklarda mı kaldı?

– Merhaba, ben staj öğrencisiyim. Görüşmek için geldim, sesi titreyerek.

Görevli gülümsedi, onu müdür yardımcısı Elif Hanım'ın odasına yönlendirdi. Koridorun serinliğinde biraz bekledi; duvardaki çocuk çizimleri kalbini yumuşattı. Kapı açıldı; şık giyimli, zarif bir kadın içeri girdi – topuklu ayakkabılarının tık tık sesi odayı doldurdu. Kendini tanıtıp makamına oturdu, parfümünün hafif çiçek kokusu havaya karıştı. Mine staj isteğini söyledi, dosyasını titreyen ellerle uzattı. Elif Hanım, Mine'yi baştan aşağı süzdü: Açık kumral, sarıya çalan iri dalgalı saçları omuzlarına dökülmüş, aydınlık yüzü pürüzsüz bir ay gibi parlıyordu. Mine'nin gülümsemesi her zaman içten görünürdü, ama ardında karanlık bir gölge saklıydı – çocukluk yaraları, aile kavgaları… İlk karşılaşmalarda insanlar ona hemen güvenir, o gizli hüznü fark etmezdi. Mine bunu biliyordu; bakışlarında bir sır yatardı, derin bir kuyu gibi. Elif Hanım fark etmesin diye hemen konuşmaya başladı: Çocukları ne kadar sevdiğini anlattı, okulda öğrendiği yaklaşımlardan –Montessori, Reggio Emilia– bahsedecekti ki, gerek kalmadı. Elif Hanım dosyaya ilişmedi bile, sadece bir gülümsemeyle kapattı.

– Dosyan tamam. Resmi yazıları ben hallederim. Yarın staja başla, Mineciğim.

Mine'nin kalbi yerinden fırlayacaktı; sevinç gözyaşları yanaklarından süzüldü. Başardım! Nihayet! Teşekkür edip odadan çıktı. Kapıyı kapatır kapatmaz arkasını döndü – ve yanlışlıkla birinin eline çantası çarptı. Adamın fincanı yere düşüp çat şangır paramparça oldu; sıcak kahve her yere sıçradı, halıyı koyu lekelerle boyadı. Kahve kokusu odayı sardı. Mine mahcup bir balon gibi şişti, sonra un ufak oldu – yüzü kıpkırmızı, elleri titriyordu.

– Çok özür dilerim! Arkam dönüktü, fark etmedim. Eliniz yandı mı? Ah, fincan da kırıldı… Her yer kirlendi benim yüzümden. Bez bulup hemen sileyim! Lütfen, affedin beni!

Etrafa bakınırken, kalbi göğsünde deli gibi atıyordu. Elif Hanım kapıya çıktı, kaşları çatılmış.

– Ne oldu Mine? Anlat bakalım.

– Bilerek yapmadım Elif Hanım, yanlışlıkla beyefendinin eline çarptım… Fincan yere… Özür dilerim, ben temizlerim!

Adam, elindeki kahveyle damlaları silkeleyerek Elif'e "Bu kim?" der gibi baktı – gözlerinde hafif bir şaşkınlık. Elif tanıttı, sesi sakin:

– Yeni stajyerimiz Mine. Yarın 4/F'de yardımcı öğretmen. Hoş geldin aramıza.

Sonra Mine'ye döndü, yumuşak bir gülümsemeyle:

– Murat, bu kurumun müdürü. Tamam Mineciğim, temizliği hallederiz. Sorun değil, ilk kazalar unutulmaz zaten!

Murat gülümsedi – o gülümseme, Mine'nin dizlerini titretti:

– Hayırlı olsun, Mineciğim. Hoş geldin.

Omzuna dokunurken, parmaklarının sıcaklığı teninden elektrik gibi geçti. Mine heyecandan bayılacaktı. Murat'ın gözleri… O derin, delici bakışlar, zümrüt yeşili, sanki ruhunu okuyorlardı! Tanrım, bu adam bir rüya mı?

– Teşekkür ederim efendim, sesi fısıltı gibi çıktı.

Murat odasına yürüdü, adımları kendinden emin. Elif temizlik görevlisine seslendi: "Teyzecim, bir bez!" Mine ise çıkışa yöneldi, bacakları jöle gibi. Hâlâ utançtan kıpkırmızıydı. Ne sakarım ben! Aptal gibi göründüm kesin. 'Bu kız salak, beceriksiz' dediler şimdi. Off, rezil oldum! Keşke yer yarılsa da içine girsem. Ama Elif Hanım anlayışlıymış, uzatmadı. Murat da… Kibardı, gözlerimin içine baktı, o dokunuşu… Uzun boylu, omuzları geniş, etkileyici. Saçları rüzgârda dalgalanır gibi. Düşünceleri onu ısıttı. Heyecan yatışınca fark etti: Neredeyse eve varmıştı. Hava kararmış, sokak lambaları yanmıştı. Rüzgâr kar tanelerini savuruyordu. Direkt odasına daldı, kapıyı kilitledi. Yatağa uzandı, yastığa gömüldü. Hayal âlemine daldı – bulutların arasında uçuyordu. Dün yediği darbelerden sonra bu evden nefret ediyordu: Babasının bağırışları, annesinin gözyaşları… Her şeyi terk edip yetiştirme yurduna mı başvursam? Orada huzur bulurum, kimse kırmaz kalbimi. Ama hayır, neden o kaçsındı ki? Onların düzgün aile olmayı öğrenmesi gerekiyordu. Aile… Bu kelime panik ataklarını tetikliyordu; nefesi hızlandı, elleri terledi. Derin nefes al, Mine. Say: Bir, iki, üç… Hemen yarını hayal etti. 1 Eylül Pazartesi – yeni başlangıçlar için mükemmel bir tarih! Minicik, sevimli çocukları olacaktı. Onlara ninni söyleyecek, el ele daire olup dans edecek, boya kalemleriyle gökkuşağı çizeceklerdi. Heyecanla yataktan kalktı, kıyafetlerini ütüledi: Beyaz bluz, mavi etek, tokası saçlarına. Alarmı 06:45'e kurdu ve uykunun derin kuyusuna daldı, rüyasında Murat'la dans ediyordu.

Gün doğmuştu. Güneş ışıkları, her şeyi açığa vuran bir fitneci gibi pencereden sızıyor, odasını altın rengine boyuyordu. Alarm çaldı – bip bip bip – Mine gözlerini açtı: 07:02. Evet, başlıyoruz! Bu benim günüm! Hemen kalktı, aynanın karşısına geçti. Saçlarının yarısını zarif bir tokayla topladı; dalgalar omuzlarına döküldü. Yüzüne gül kokulu krem sürdü, yanakları pembeleşti. Gözlerine siyah rimel çekti, kirpikler uzadı. Uçlarını öne indirdi, aynadaki görüntüye bayıldı: Şimdi bir prenses gibiyim! Ayakkabılarını giydi – rahat, beyaz sporlar. Evdekilere seslenmeden çıktı; mutfaktan gelen tıkırtıları duymazdan geldi. Heyecanla yürüdü. Anaokulu on beş dakika ötedeydi. Mahalleden çıkıp yemyeşil parktan geçti; karlar dallarda birikmiş, sincaplar zıplıyordu. Birkaç sokak aştı, rüzgâr yüzüne çarpıyordu. Caddeden atladı – arabaların kornaları miiip diye öttü. Karşısındaki dev siteler – her bina 9-10 katlı devler, camları parıldıyordu – Mine'yi ufalanmış hissettirdi. Bu beton ormanında kaybolacağım sanki. Sitenin arkası… Geldim! Bahçedeki kar manzarasına hayran kaldı: Salıncaklar donmuş, çocuklar yoktu henüz. Saatine baktı: 07:50. Tam zamanında.

Bahçeden geçip Elif Hanım'ın odasına gitti; yoktu. Koridorda beklerken yan odanın kapısı açıldı. Murat… Bugün dünden daha yakışıklı mıydı? Kumral saçları gün ışığında parlıyor, gömleği omuzlarını sarmıştı.

– Günaydın Mineciğim! Hoş geldin. İlk günün ha? Heyecanlı mısın? Gözlerin parlıyor!

Mine donakaldı, cevap veremedi – dili tutulmuştu. O sesi, o gülümsemesi… Kalbim duracak! Murat devam etti, nazikçe:

– Sınıfın 4/F, koridorun sonunda. Eşyalarını koy, görüşürüz. Başarılar, güzel bir gün olsun.

Odasına girdi, kapıyı kapattı. Mine afalladı, duvarın kenarına yaslandı. Ne aptalım! Cevap bile veremedim. Kaba sandı beni kesin. 'Soğuk kız' diye düşündü şimdi.' Kaba değildi ki; kavga etmeden, hakaretsiz konuşmayı unutmuştu sadece – evdeki fırtınalar öğretmişti onu susmaya. Kapıyı çalıp özür dilemek istedi: 'Affedersiniz, heyecanlandım' desem? Ama vazgeçti; daha aptal gösterirdi. Sınıfa gideyim. Bundan sonra bol bol karşılaşacağız, o zamanlar iyi değerlendiririm. Belki bir kahve ısmarlarım, telafi için. Kalbi çarpıntılı, sınıfına yürüdü.

Sınıf bir rüya gibiydi: Renk renk duvarlar – kırmızı elmalar, mavi balıklar –, minicik dolaplar, sandalyeler, masalar… Şimdiki çocuklar ne şanslı! Benim çocukluğumda siyah tahta, sopa vardı sadece. İçeri girdi Hasan Bey – otoriter ama yumuşacık sesle, elinde dosya:

– Merhaba, ben Hasan Atmaca, sınıf öğretmeni. Siz? Hoş geldiniz, yüzünüzü tanıyorum sanki.

– Merhaba hocam, Mine. Stajyerim. Elif Hanım bu sınıfta dedi, gülümseyerek.

– Aa evet! Hayırlı olsun canım. Tek başıma idare etmek zor oluyordu, özellikle sabah curcunası! Beraber harika olacağız, dedi gülümseyerek, eliyle sırtını sıvazladı.

Hasan'ın siyah saçları taralı, sevecen bakışları kahverengi gözlerinde ışıltılıydı – sanki bir baba gibi sıcak. Mine'yi ısıttı o bakış. Çantasını dolaba yerleştirdi; içindeki defterler, kalemler heyecanla bekliyordu. Hasan odayı gezdirdi: Boya çekmecesini açtı – renkli kalemler kokusu yükseldi –, kitap rafını gösterdi – masallar fısıldıyordu –, etkinlik dosyasını verdi: "Bugün el baskısı yapacağız, çocuklar bayılır!" Kendisi girişe, öğrencilerini beklemeye gitti; kapıdan çocuk sesleri gelmeye başladı.

Kumral saçları ve gülümsemesinin arasındaki o sıcaklık… Murat gülünce Mine'nin içi eriyordu, bal gibi akıyordu. Güneşten bronzlaşmış teni, büyüleyiciydi – yaz tatillerinden kalma izler. Murat, girdiği her ortamı fetheden bir adamdı; delici bakışları yürekleri parçalardı, okşardı. İnsanlar baktıkça daha çok bakardı ona – sokakta, markette, her yerde. Mine hepsini kıskanırdı; O bakışlar benim olmalı! Ve o, Mine'nin staj yaptığı yerde müdürdü – her köşede onun kokusu, onun izi vardı. Bu staj, kaderim mi? diye düşündü Mine, kalbi umutla dolarken.

More Chapters