Çıkabilecekleri bir yol yoktu. Karnı ağrıyor, midesi bulanıyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Tek düşündüğü, buradan kurtulmaktı.
— Hadi ama, dedi Defne. — Buradan çıkmalıyız.
Ama nasıl çıkacaklarını bilmedikleri için çaresizdiler. Kalpleri soğumuştu artık. Biraz olsun kendilerini dinlemek istediler. Yorgundular. Sırtlarını soğuk duvara yaslayıp gözlerini kapattılar. Çok geçmeden ikisi de uykuya daldı. Bu, kaçamamanın getirdiği bir teslimiyetti.
Uyandıklarında, kayaların arasında bir ışık belirdiğini gördüler. Arel hızla koşup kayalıkların arasından baktı; hiçbir şey görünmüyordu.
— Hadi biraz daha turlayalım, dedi Arel.
Defne karşılık verdi:
— Ama çok karanlık, hiçbir şey göremiyoruz. Ayrıca kendimi çok yorgun hissediyorum. Bir yol bulabileceğimizi sanmıyorum. Ben biraz daha uyuyacağım. Zaman burada durmuş gibi; ne kadar zamandır buradayız bilmiyoruz. Ne önemi var ki?
Arel cevap vermedi. Başını iki yana sallayıp Defne'yi orada bırakarak mağaranın içine doğru yürümeye başladı. Ona ne olduğunu anlamıyordu. Uyumadan önce cesaret veren kadın gitmiş, yerine yorgun, ölümü bekleyen biri gelmişti.
Onunla orada kalamazdı. Mağara çok derindi; mutlaka bir çıkış yolu olmalıydı. Kapının önünde ölmeyi beklemektense, çıkışı ararken ölmeyi tercih ederdi.
Yalnız yürümekten korkuyordu ama başka çaresi yoktu. Defne için üzülüyordu; onu bırakmak istemezdi.
Defne ise düşünüyordu. Yürüdükçe sadece yoruluyorlardı. Üstelik ne suları ne yiyecekleri vardı. Boşa enerji harcamaktan başka işe yaramıyordu yürümek. Buradan çıkmanın bir yolu olmalıydı ama önce buraya nasıl geldiklerini hatırlaması gerekiyordu.
