LightReader

Chapter 2 - BÖLÜM 1: Gölgeler Meclisi

Salona girdiğimde herkes sustu. Girişim sessizdi ama etkisi yankıdan daha büyüktü; konuşmalar kesildi, bakışlar çevrildi. Kimse doğrudan bana bakmıyordu ama herkesin dikkatini çektiğimi biliyordum. Bu salon tanrılar için inşa edilmişti — geniş, soğuk, ihtişamlı ama boğucu. Kubbesi görünmeyecek kadar yüksekti, ışık yukarıdan değil, zemindeki mühürlerden sızıyordu. Her şey hesaplıydı; oturdukları tahtlar bile egemenlik sırasına göre dizilmişti: Yunan batıda, Mısır doğuda, İskandinav kuzeyde, Türk ve Asya panteonları güneyde.

Taş zeminde yürürken ayaklarımın altındaki mühürler ısınmadı ama titreşti. Hiçbiri bana ait değildi. O mühürlerin arasında bana yer bırakılmamıştı. Benim adım bu taşlara kazınmamıştı çünkü bu sistemin içinde yer almam gerekiyordu. Onların yaptığı yalan buydu. Gerçek ise adımı taşın bile hatırlıyor olmasıydı.

Salonda ki merkezi, boş bırakılmış taş daireyi seçtim. Ne panteona aitti ne bir tanrıya. Herkesin uzağında ama herkesin görebileceği bir yerde durdum. Tırpanımı — Vel Sceptrum'u — omzumdan indirdim, zemine yasladım. Ucu taş zemine değdiği an çıt çıkmadı ama bazı yüzlerde gözle görülür bir gerilim oluştu. Ares'in temsilcisi kalktı. O hep ilk kıpırdayandı.

"Senin gibi bir lekenin burada durmasına bile tahammül etmek saçmalık," dedi. "Gölge getiren bir ölünün, Tanrılar Meclisi'nde işi ne?"

Ona cevap vermedim. Gözlerinin içini inceledim. Sadece öfke yoktu. Hiddetin ardında bastırılmış bir panik vardı. Onlar bunu bilmez ama ben tanırım. Savaş meydanında en çok bağıranlar, ilk kanı görenlerdir.

Chang'e'nin Gölgesi hareket etti. Kimse onu görmedi ama onu fark edenler ürperdi. Sütunların arasından geçerek önüme bir parşömen bıraktı. Ne bir esinti vardı ne bir el. Kâğıt, yere kendiliğinden düştü. Almadım. Üzerindeki işaretleri tanıyordum. Çünkü onlar da beni tanıyordu.

"Sen burada olamazsın," dedi Ares'in temsilcisi.

"O halde neden buradayım?" dedim. Sesimi yükseltmedim ama o soruyu herkes duydu.

"Çağrılmadım, evet. Davet edilmedim ama geldim. Bu da bir cevap."

Mühürlerin arasında parlayan biri vardı. Isira. Oturduğu yerden kalkmadı ama başını bana çevirdi. Sesi her zamanki gibi netti:

"Bu meclis tanrılar içindir. Tanrılara hizmet edenlerin ses bulduğu yerdir. Senin gibiler için değil."

"Ben tanrı değilim," dedim. "Ama tanrıların sustuğu anda konuşanlardanım. Bu yüzden beni istemiyorsunuz."

Vel Sceptrum yerden kıpırdamadı ama gölgesi yayılıyordu. Zemindeki bazı mühürler solmaya başlamıştı. Herkes onu izliyordu ama kimse durdurmak için kımıldamadı. Çünkü içlerinden bazıları neyin geldiğini hissetmişti. Bazıları ise sadece neyi unuttuklarını hatırlamak istemiyordu.

Tezcatlipoca'nın Maskesi sütunun arkasından sesiyle belirdi. "Tanrılar düzeni sevmez, kontrolü sever," dedi. "Senin gibi biri bu yüzden tehdit. Çünkü tanrılardan birine ait değilsin. Seni susturamazlar."

Sustum. Çünkü her şey söylenmişti.

Taş susmaz ama onların sustuğu yerde, ben konuşmaya devam edeceğim.

Vel Sceptrum hâlâ zemindeydi ama ben konuşmayı bırakınca sessizlik yerleşmedi — büyüdü. Mühürler, ilk kez bana değil, birbirlerine tepki veriyor gibiydi. Işıkları sabit kalmıyor, sanki birbirlerinin varlığını bastırmak için yarışıyorlardı. Meclis, kendi içinde çatırdamaya başlamıştı. Chang'e'nin Gölgesi sütunların arasında gezinmeyi bırakmıştı; şimdi gölgelerin gerisinde sabit duruyordu. O kıpırdamıyorsa, bir şeylerin dengesi yerinden oynamış demektir.

Ares'in temsilcisi yeniden öne çıktı. Ellerini iki yana açmış, dizlerinin üstüne yüklenmişti. Sesi bu kez daha yüksek, daha kontrolsüz geldi: "Senin gibi bir gölgenin burada konuşmasına nasıl izin veriyoruz? Bu ne saçma oyun? Siktirip gitmeden önce söyle, derdin ne lan senin?"

Ona dönmedim. Sadece sağ elimin içini Vel Sceptrum'un sapına bastırdım. Tırpan hâlâ yatıyordu ama zeminin titreşimini üzerime çekti. "Bu oyun değil," dedim, "bu, sizin kurduğunuz sahnenin çatlaması." Bunu söylerken mühürlerden biri soldu — Mısır'a ait olan. Isira gözleriyle fark etti ama ağzını açmadı.

Chang'e'nin Gölgesi, görünmeden bir şey bıraktı önüme. Eski, kahverengi bir papirüs rulosu. Ben eğilip almadım. Ama Odin'in vekili konuştu: "Bu ne? Yeni bir sahte belge mi? Kendi hikâyeni mi yazıyorsun, Seraphia?" Sesinde iğne yoktu, sadece yorgun bir şüphe. Onunla dövüşmek istemem; çünkü hala düşünmeye çalışan nadir kişilerden biri.

"Bu bir yemin metni," dedim. "Unutulmuş bir antlaşma. Tanrılar birbirine söz verdiğinde, bir şeyi dışarıda bıraktılar. Sonra o boşluğu da mühürlediklerini sandılar. Ama hiçbir yemin, dışladığını susturmaz." Söz bittiğinde salondan çıt çıkmadı. Isira başını hafifçe sağa çevirdi. Yavaş ve hesaplı bir hareketti. Tehdit olarak değil, görev olarak düşünüyordu her şeyi.

"Bunu burada şimdi açıklaman," dedi, "kışkırtma olur. Bu meclisin yapısı senin kişisel hesaplaşma alanın değil." Bakışı sabitti, sesi ölçülü. Ama onun içindeki gerilim, gergin tel gibi çekiliyordu. Ona döndüm. "Burada kişisel hiçbir şey yok. Bu sizin sakladığınız şeyin taşla yüzleşmesi."

O sırada Ares'in temsilcisi ani bir adımla öne çıktı. Kılıcının sapına elini attı. "Bir adım daha atarsan, seni burada doğduğuna pişman ederim!" diye bağırdı. Ben gözlerini izliyordum. Sözleri değil, irkilen kasları, çatlayan bakışları önemliydi. Onu tetikleyen benim sözüm değil, kendi inancının zayıflığıydı.

"Savaş tehdidi gibi konuşuyorsun," dedim. "Ama burası hâlâ ayakta olduğu sürece ben savaşmam. Çünkü o zaman senin sistemin çökmüş olur." Vel Sceptrum'un sapını tekrar yerden kaldırdım. Tırpanı dik tuttum, gölgesi bana doğru değil, mühürlere aktı. Taş, sessizce sarsıldı. Salonda bir hava değişimi oldu, rüzgâr yoktu ama nabız atıyormuş gibi.

Tam o an, kuzeydoğu kanadındaki taş sütunun üzerindeki mühür çatladı. Kimse konuşmadı. Çatlayan sembol tanınmıyordu. Sadece sustu ve sustuğu anda herkes içinde bir şeyin koptuğunu anladı. Sessizliğin içinde yürümeye başladım. Tırpanı sırtıma astım. Adım sesim duyulmuyordu ama ayaklarım mühürlerin üzerine bastığında her biri sanki içinden hava veriyor gibi esiyordu.

Isira öne çıktı. "Birini mi arıyorsun?" dedi. Sesi biraz kısıktı. İlk defa soru soruyordu, emir değil. Durmadım ama cevap verdim. "Evet." Ardından Odin'in vekili: "Kim?" Cevap gelmedi. Çünkü bu cevap burada verilmezdi. Sadece onların kendini ifşa etmesini beklerdim.

Ares, yeniden atıldı. "Bizi burada birbirimize düşürmek için mi geldin? Hileci!" diyerek bağırdı. Ona döndüm. "Hayır, siz çoktan birbirinize düştünüz. Ben sadece perdeyi kaldırdım." İnce bir çatlama sesi daha geldi. Bu sefer sütun değil, tahtın ayağıydı. Taş gıcırdadıysa, içeride daha büyük bir şey sıkışıyordur.

Tam o sırada Inari no Yaiba sütunların arasında belirdi. Elini kaldırmadan, sesi geldi: "Gölge geldiğinde herkes yerinden olur. Ama bazıları ışığa değil, karanlığa alışır." Bu sözü salondaki herkes duydu, anlamadı. Ama benim için yeterliydi. Göz göze geldik, onun tarafını biliyordum ve bu yeterdi.

Tırpan hâlâ sırtımdaydı. Meclisten çıkarken kimse önümde durmadı ama ben hiçbirini sırtımdan düşürmedim. Sırtımı döndüğüm an, herkesin içinden biri içeri çökmeye başlamıştı ve ben bunu biliyordum. Çünkü bu yeri kuran onlar değildi. Bu yer, onların korkusunun taşlaşmış hâliydi ve şimdi taş çatlamaya başlamıştı.

More Chapters