LightReader

Chapter 2 - Bölüm 2 | Astarte

Krallıktan uzakta yer alan Kara ormanın içinde yankılanan fısıltılar rüzgârla birlikte yaprakların arasından geçerken, gökyüzü sanki nefesini tutmuştu. Ay tutulması başlamış, gökte siyaha bürünmüş ay ürkütücü şekilde etrafı azda olsa aydınlatıyordu. Sessizlik ağırdı. Toprağın üstüne serpilmiş kül gibi… Hava soğuk değildi ama ürpertiyle karışık bir kasvet omuzlara çökmüş gibiydi.

Uzun yıllardır kimse o ormana girmeye cesaret edemezdi.. tabi bir şeyden kaçmıyor ya da gizlenmiyorsanız. Ve lakin krallığın en önemli gecelerinden yani "karnaval" yaklaşıyorken bir hata yapıldı. Yüz yılda bir yapılan "kara ay ayini" yapılıyordu. Normalde bunun olmaması gerekiyordu çünkü çok eskiden verilen bir savaşta bütün iblisler ve onların tarafını tutan tüm karanlık büyücüler öldürülmüştü. Ama belli ki birileri hayatta kalmış ve bu önemli ayini unutmamıştı.

Ormanın en derin, en unutulmuş bölgesinde, eğrelti otlarıyla sarılı taş bir dairenin ortasında duruyorlardı. Dokuz kara cüppeli figür… Her biri sessiz, başları önlerinde, elleri kana bulanmıştı. Mumların titrek ışıkları gölgelerini bozuyor, yüzlerini tanınmaz kılıyordu. Ateş rengi alevler, normalden farklıydı — sanki alev değil de sıvı bir öfke, lanetli bir anı yanıyordu fitillerin ucunda. Her biri, donuk ve yarı yıkık haldeki heykelin çevresine dizilmişti.

Ayinin amacı basitti. Belirli bir mertebede ki olan büyücüler toplanıp etrafını mumlarla çevreleyerek kara büyü yardımıyla efendilerine dua eder ve onlara ya Adak adar ya istekte bulunurlardı. Duaları sadece o gece geri cevap alırdı. Bunun sadece yüz yılda bir kere olmasının sebebi ise iblislerin dünyası ile insanların dünyasının arasında bir kapının açılmasıydı.

Ancak bu sefer bu ayinin amacı daha farklıydı. Önceden verilen savaşın intikamını almaktı. Kara büyücüler bunun için kara ormanda toplanmış ve ayini gerçekleştiriyorlardı.. heykel, sarmaşıklarla kaplanmış, zamanın unutturduğu bir tanrıçaya ya da lanetli bir kraliçeye aitti. Oymaları neredeyse silinmiş, ama göz çukurları hâlâ boşluğa bakar gibi derindi. Astarte… Efsanelerde yalnızca fısıltılarla anılan, cehennemin ilk leydisi, kadim günahın bedeni…

"Ey efendimiz... yeniden kanla uyan!"

Diye fısıldadı en yaşlı olanı. Her biri sırasıyla eğildi, adaklarını sundular: kalp, kan, kemik, ruh parçaları. Her biri bir yemin gibi — sadakatle ama korkuyla.

Ve o an...

Toprak titredi.

Heykelin bulunduğu alanın etrafında mumlar sönmedi ama alevleri morlaştı. Sarmaşıklar kendi kendine çözülmeye başladı. Taş, çatlamaya başladı — derin ve içten bir iniltiyle. Heykelin gözlerinden önce kırmızımsı bir pus sızdı, ardından çatlaklardan sanki içten biri nefes alıyor gibi sıcak buhar çıktı.

Bir çığlık...

Ama insan sesi değildi. Bu, evrenin doğarken attığı çığlık gibiydi; eski, yırtıcı ve tarifsiz. Ve sonra taş çöktü.

Tozun içinden bir çift çıplak ayak yavaşça dışarı çıktı. Zarif ama tehditkâr adımlarla... Duman gibi karanlıkla çevrili bir beden yükseldi. Ten, ay ışığından çalınmış gibi solgun ama canlıydı. Gözleri... gözleri sanki cehennemin bütün ateşini yutmuş, şimdi geri kusacak gibiydi. Derin, kızıl ve alaycı.

"Ne kadar... talihsizsiniz," dedi Astarte, sesi bir şarkı kadar melodik, ama hançer kadar keskin.

Büyücüler secdeye kapandı. Onun önünde eğildiler, ama Astarte sadece gülümsedi.

"Beni uyandırmak için ne çok çaba sarf etmişsiniz," dedi, bir adım daha attı. "Ama bu, emeklerinizin karşılığı olacak demek değil."

Ve sonra...

Hiçbir şey söylemeden elini kaldırdı. Hava yırtıldı. Mumlar patladı. Çığlıklar yükseldi. Kara büyücüler, birer birer kıvrandı, sanki içlerinde ki damarlar ve organları sıkışıyordu. Her biri bir anda tek bir parçası kalmayacak şekilde patladı. Kanları her yeri saçıldı.. tıpkı yağmur gibi yağıyordu kanları.

Astarte, kan yağmuru arasında dimdik duruyordu. Hiçbir şey olmamış gibi boş gözlerle baktıktan sonra geri dönmenin sevinciyle beraber gülümsedi.

Karanlık ormandan yavaş yavaş çıktığında şehir uzakta parıldıyordu — kandillerle aydınlatılmış sokaklar, taş duvarların ardında yankılanan müzikler ve yaklaşan karnavalın sinir bozucu gürültüsü. En azından Astarte sinir bozucu olduğunu düşünüyordu.. onun çocukluğu daha sessiz ve yalnızdı. Bu tarz seslere alışık olmamıştı hiç.

Astarte, çıplak ayakla toprağı hissederek yürüdü. Her adımda, etrafındaki doğa sessizleşti. Kuşlar sustu, rüzgar yönünü değiştirdi. Gece, onu tanıyor gibiydi. Sevinci yavaş yavaş soluyor ve hüzünle karışık bir öfkeye dönüşüyordu.

Şehre vardığında bir kenar mahalleye ulaştı. Hiç insan dünyasında bulunmadığı için tüm bunlar ona garip ve itici geliyordu. Biraz daha ilerlediğinde fark etti ki fahişelerin sokağıydı burası. Kadife renkli fenerler, zar zor ayakta duran ahşap yapılara asılmıştı. O evlerin arasında biri diğerlerinden farklıydı. Daha görkemli, daha eski, daha "soylu" bir hava taşıyordu. "Crimson Veil" — şehirdeki en ünlü genelevdi. Geceleri sadece asilzadelere hizmet eder, alt sınıftan biri kapısından dahi içeri adım atamazdı.

Kapının önünde duran iri yapılı adam, yaklaşan kadını görür görmez dondu kaldı. Birkaç adım daha yaklaştığında gözlerini kırpıştırdı. Sanki… tanıdık biri.

"...Nyssara?" dedi kısık bir sesle, kararsız.

Astarte durdu. Astarte hiçbir şey söylemedi — ama bir kaşını zarifçe kaldırdı. Gözlerinin içinde alaycı bir kıvılcım yandı.

"Tanrım... seni bir daha göremeyeceğim sandım," dedi adam, şaşkın ve biraz da duygusal bir tonda. "Seni... seni ölmüş sanmıştık."

Astarte hiçbir şey demedi. Olayları daha iyi kavrayana dek konuşmamayı tercih etti.

Kapı açıldı. İçeri girdiğinde hoş bir tütsü kokusuyla karışık şarap ve sigara kokusu vardı. Genelevin etrafı güzel çiçekler ve pahalı kumaşlarla çevriliydi. Çıplak ayağı ile bastı halı bile son derece kaliteli olduğu belliydi. Etrafta ki masalarda bir kaç kadın ve erkek oturuyordu. Koridordaki fısıltılar onu sardı. Birkaç kadın göz ucuyla baktı, ardından birbirlerine dönüp mırıldanmaya başladılar.

"Nyssara döndü mü?"

"Olmaz… o aylar önce kaybolmuştu."

"Ama… aynı onun gibi, değil mi?"

Madam hızla geldi. Adımlarında öfke değil, şüphe vardı. Kadını gördüğünde kaşlarını çattı. Dudakları, derin bir kırışıklıkla sıkıldı.

"Sen? sen kimsin?" diye sordu.

Astarte ona baktı. Başını hafifçe yana eğdi. Yalan söylemedi, sadece doğruları eksik bıraktı.

"Ben… hatırlamıyorum," dedi sessizce. "Ama bu yer... tanıdık."

Madam'ın gözleri büyüdü. Bir adım geri çekildi. "Kızlar, onu hazırlayın," dedi sonra, tereddütle. "Nyssara geri döndüyse... bu gece uzun bir gece olacak demektir."

Astarte, yavaşça başını eğdi. İnsanların yalanlara olan arzusu, gerçeklerden daha kuvvetliydi. Nyssara kimdi bilmiyordu — ama artık o "Nyssara"ydı. Ve bu rol, ona soylulara, saraya, güce giden kapıyı açacaktı.

O gece, odasına geçtiğinde yatağa oturmadı. Yavaşça aynanın karşısına yürüdü. Aynaya baktı.

Aynadaki suret, bir yabancınınkiydi. Ama gözleri hâlâ cehennemdi.

Geceler uzun, sabır acıydı.

Ama içerdeydi artık.

More Chapters