(Azra'nın Anlatımı)
O gün derslerde ne bir kelime aklımda kaldı, ne de yüzler bana tanıdık geldi. Her şey puslu, bulanık ve uzak görünüyordu. Sanki kalın bir sis tabakasının ardında yaşamaya mahkûm edilmiştim. Ama o sisin içinde tek bir şey vardı ki netti: İçimde yankılanan ses… onun varlığı.
Her adımımda kalbim aynı ritmi tekrarlıyordu; korkuyla karışık, ama başka bir duyguyu da fısıldayan bir ritim. Artık sadece ürkütücü değildi bu his. Bir çekim vardı. Derinlere doğru beni çağıran, bilmediğim ama tanıdık gelen bir çağrı.
Eve döndüğümde odama kapandım. Perdeleri kapatmadım. Gökyüzünün griliği içeri süzüldü, duvarlarda karanlık lekeler bıraktı. Gölgeler kıpır kıpırdı; ben de onların kıpırtısına kulak kesildim. İçimdeki ses daha da güçlendi.
Yatağın kenarına oturdum. Ellerim boşlukta dolaştı. Sanki bir eli arıyorlardı; dokunmak için, tutunmak için. Derin bir nefes aldım. Dudaklarım titredi ve farkında bile olmadan fısıldadım:
"Gel…"
O an kendi sesim beni ürküttü. Çünkü bu sadece zihnimden geçen bir düşünce değildi. Bu, dudaklarımdan dökülmüş gerçek bir çağrıydı. İçimdeki ses beni konuşturmuştu.
Gölgeler hareketlendi. Perdenin kenarında hafif bir dalgalanma gördüm. Kalbim deli gibi çarptı, ama kıpırdamadım. Kaçmadım. Çünkü biliyordum… oradaydı.
Gözlerim karanlığa saplandı. Bir anlığına o bakışları hissettim. Soğuk ve yakıcı, ürkütücü ve cezbedici… O bakışlar içime işledi. Sanki ruhumun içine gölgesini bırakıyordu.
Kendime itiraf etmek zorundaydım: Ne kadar korkarsam korkayım, artık geri dönüşüm yok. Onu istiyorum. Onun gölgesini, varlığını, sesini…
Ve dudaklarım ikinci kez titreyerek fısıldadı, bu kez kelimeye dönüşemeyen bir çağrıydı:
"Sen… neredesin?"
O anda odanın havası ağırlaştı. Sessizlik üzerime bir örtü gibi çöktü. İçimdeki ses artık susmuyordu. Onu çağırmıştım — adını bilmesem de, o benim çağrımı duymuş olmalıydı.
---