LightReader

KUMAR (Tüm Hikayeler)

Korkun
--
chs / week
--
NOT RATINGS
738
Views
Synopsis
Kumar tanrısı zincirlerinin arasından gülümseyip ona nefretle bakan tanrıları son bir oyuna davet etti. Bembeyaz dağların arasında bir melek parçası olduğu kozmik gösteriden habersiz bir şekilde gözlerini açtı ve bilinmezliğe doğru yolculuğuna başladı.
VIEW MORE

Chapter 1 - Varoluşun Sınırı

Bir adım attı. Ve ikinci adım. Yürüyordu. Yürümeye devam etti. Ve biraz daha yürüdü. Yürümek yorucuydu. O yürürken tüm vücuduna yayılan ağrı da ara sıra kendini hatırlatmayı ihmal etmiyordu. Ancak onun gibi yürüyenler bilebilirdi bu saçma acıyı. Vücudundaki tüm kaslar alev almış, altlarındaki kemikleri bir kül parçasına çevirmek için yırtınıyordu adeta. Mantıklı da değildi ki bu iş. Bacakları ağrıyordu ağrımasına, evet ama kolları neden ağrıyordu mesela? Peki ya Göğsü? Parmak uçları, sanki yıllardır hayatını ellerinde tutmuş ve kaybetmenin korkusuyla yumruklarını sıkmışçasına neden acıyordu? Hiçbir mantığı yoktu bu durumun. Şu lanet acı yok muydu. Bazı zamanlarda kendini özletse çok iyi olurdu meret. 

O bu düşüncelerle yürürken ayağında hissettiği taze bir acıyla irkildi. Ayağını hafifçe çekti ve refleksif bir hareketle acıyan yeri eliyle kavradı. Yürürken bir şeye çarpmıştı... yine.

'Kemik.' diye düşündü. 'Epey uzun bir kemik'

Sadece bir tahmindi bu tabii. Tam bir gerçek değildi. Bilme imkanı yoktu ki zaten. Yürürken çarptığı diğer her şey gibi bu da yalnızca bir olasılıktan ibaretti. Ardı arkası kesilmeyen seçeneklerden biri ve bir başkasıydı.

Aklında bir soru belirdi. 'Kimin ki bu acaba?'

Bir yandan eğilip önündeki engeli eliyle yoklarken bir yandan da bunu düşündü. Elleriyle kemiğin pürüzlü yüzeyinde gezinip onu hissetmeye çalıştı. Neyi hissetmeye çalıştığını o bile hatırlamıyordu ama nedense bir süre bu hareketine devam etti. 

'Bide getirip buraya koymuş. Bu ne sorumsuzluk!' 

Kemik, kendi boyuna yakın bir uzunluğa ve gövdesi kadar kalınlığa sahipti. Ve bu da demek oluyordu ki...

Bayağı iyi bir kemikti yani. Biri neden böylesine güzel bir kemiği böyle bir yerde bırakıp giderdi ki? Gerçekten de bu çukur aptallarla dolu olmalıydı. Tıpkı o geçen seferki şey gibi. Hani kafasında boynuz olan... adam? Yok yok öyle değildi.

De bir dakika, o şey neydi ki? Hani birisi vardı, geçenlerde şey yapmıştı hatta... Hayır. Yok. Hatırlayamıyordu. Öyle birisi gerçekten de var mıydı ki? Bu düşünce içindeki antik bir korkuyu uyandırmış olacak ki bunu ışık hızında reddetti. Olsa hatırlardı canım. Bu ne saçmalık!

Gözlerini kıstı, çenesini hafifçe kaldırdı ve karanlığa doğru bir bakış attı. Sanki derinlerde gizlenen biriyle göz göze gelmeyi bekliyordu. Ardından kendini mental olarak, ve gerçek anlamda da silkeleyip kendine geldi. 

'Önemsiz meseleler bunlar. Yürümeme kimse engel olamaz. Ne kadar büyük bir kemiği olursa olsun fark etmez.'

Kararlılıkla dolan surat ifadesi çukurun karanlığında gizlense de içindeki inkar edilemez azim ona güç veriyordu. Bir başka adım atmak onun için bir başka olasılık demekti. Bir başka olasılık ise bir başka adım... Her bir adım bir şaheser, yürümek ise ona bahşedilmiş en büyük mucizeydi. Derin bir nefes aldı ve bok kokan bu çukurun havasını içine çekti. İleriye doğru durmaksızın ilerlediği bu yolda atacağı bir diğer adım için tamamıyla hazırdı. Ayağını kaldırdı ve adımını at-

Atamadı. Ayak parmağında hissettiği tanıdık bir acıyla sıçradı. Her şey dönmeye başladı ve ayakları yerden kesildi. Bir anda kendini yerde popo üstü oturmuş ve sırtını kemiğe yaslamış bir halde buldu.

'KEMİK. siktiğimin kemiği! Hala buradaydın demek!'

Ne kadar da berbat bir kemikti bu. Atmosferi okumayı kesinlikle bilmiyordu. Ne diye onun bu kararlı çıkışına engel olmuştu ki? Gözlerini kapadı ve derin bir nefes aldı. Suratında uzak ve yabancı bir ifadeyle düşünürken başını hafifçe yukarı çevirdi. Uzaklardan gelen narin bir esinti yüzüne çarptı ve aklındaki engin dalgaların fırtınasıyla buluştu. Bir anlığına içinde beliren şüphenin dizginlerini saldı ve düşündü. Yoksa...

'Sen... Gerçekten de durum bu ha? Bunca zaman sonra... Geçmişte yaşadığımız onca şeyden sonra. Demek... Demek öyle ha?'

Kim miydi bu kişi? O, şey, kemiğini onun önüne koyan dallama tabii ki. Sırtında boynuz olan hani. Evet. Bu onun işiydi. Kafasını çarptığı yeri ovuşturarak usulca ayağa kalktı. İyi de neden böyle bir şey yapmıştı ki.

'Nedeni belli değil mi? Beni durdurmak istiyor. Yürüyüşümü kıskanıyor. Evet! Benim yürümemi kıskanıyor. Herifin kıskançlıktan boynuzu bile çıkmış.'

Son zamanlarda türettiği bir oyundu bu. Temelde her şeye "neden?" diye sorarak oynanıyordu. Yaşadığı şeylerde anlam aramaca. Bazen yürürken böyle beklenmedik sorunlarla karşılaşırdı. Sonra da üstüne düşünüp nedeniyle ilgili fikirler bulurdu. Çoğu zaman vardığı sonuç "yürüyüşünün kıskanılması" ile alakalı oluyordu tabii.

İlginç bir oyundu bu. Oynadıkça daha kötü hissetse de oynamaya devam etmişti. Bağımlılık yapıyordu. 

Bir eliyle kemikten destek alıp ayağa kalktı ve yürümeye devam etti. Ve biraz daha yürüdü. Çıplak ayaklarının altında pürüzlü yüzeyin ona hatıra bıraktığı yaralar vardı. İyileşmeyen yaralar. Gurur duyuyordu tabi bundan. Bu çukurda kendini bulduğu andan itibaren yürümeyi hiç bırakmadığının kanıtıydı onlar. Aynı zamanda bir anlamları daha vardı? Hatırlamaya çalıştı ama yürürken yürümek dışında bir şeye odaklanmak zor bir işti. Bu yüzden kısa süreliğine durdu ve dikildiği yerde bunu düşünmeye başladı.

Bütün gücüyle hatırlamaya çalıştı. 'Neydi bunların anlamı? Bir tane daha vardı ya hani.'

Bir süre durdu ve ansızın ileri doğru iki adım attı. Bir... İki...

'Mükemmel'

Başını eğdi ve ayağının ucundan bir karış ötede duran nesneye ilgiyle baktı. Bir kemik.

"Siktir! Yine mi sen!" diye bağırdı öfkeyle. "Göster kendini pislik herif! Bütün bu oyunlarından sıkıldım artık. Seni şerefsiz. Komik mi sence bunlar? Eğleniyor musun ha?"

Karanlıktan herhangi bir cevap gelmedi. Ölüm sessizliği çökmüştü adeta çukurun bu köşesine. Hareket eden hiçbir şey yoktu ve görmek için hiçbir ışık yoktu. Çukurun klasik haliydi yani. Her zamanki gibi.

Önündeki kemiğe öfkeyle birkaç tekme atıp kendi kendine mırıldandı. "Sen ve aptal kemiklerin. Seni bir yakalarsam tüm kemiklerini kıracağım! Aynı böyle işte."

Yorulana kadar kemiğe vurmaya devam etti. En sonunda ellerini dizlerine koymuş nefesini toplarken sakinleşmeyi başarmıştı artık. Kendini toparladı ve yürümeye hazırlandı. Yana doğru bir adım attı. Ardından göz ucuyla kemiğin olması gereken yere şüpheli bir bakış attı ve tereddüt içinde eliyle oraya uzandı. 

Eli katı bir cisime dokununca heyecanla sıçrayıp bağırdı. "KEMİK. Hah. Hala burada olduğunu biliyordum. Seni aptal, bu basit numaralarla beni kandırabileceğini mi sandın?" Yüzünde gururlu bir ifade belirdi. "Ben çok deneyimliyim tamam mı? Çok şeyi bilirim. Bu numaralarla da daha önce karşılaştım tabii. Heh heh. Yani istersen anlatabilirim sana."

Bu sözlerin ardından kemikten herhangi bir cevap gelmedi.

Adam önündeki ifadesiz kemiğe bir süre düşünceyle baktı. Aslında böyle havalı görünmeye çalışsa da o sırada kafasında soru işaretleri dönüyordu. Kemiğin nasıl hala orada durduğuna dair hiçbir fikri yoktu ama bir şekilde hala oradaydı işte. 'Normalde gitmesi gerekiyordu. Sanırım... Yoksa gerekmiyor muydu? İyi de gitse nereye gidecek ki zaten? Yok hayır, gitmemesi gerekiyordu zaten. Ama sanki- off, kafam çok karıştı.'

Hafızasındaki problem öyle bir aşamaya gelmişti ki artık böyle basit bir şey için bile zihninde bir karşılık yoktu. Sahiden, karanlıkta duran bir kemik o yürüyüp gidince hala orada durmaya devam ediyor muydu? Bu zorlu soru hakkında düşünürken en sonunda bütün bilgeliğini kullandı ve varılacak en doğru sonuca vardı.

Sırıtarak "Aptal kemik" dedi ve bu sorunu da çözmüş olmanın verdiği özgüvenle yine yürümeye hazırlandı. 

"Aptal sensin."

"Ha?"

Şaşkınlıkla sağa sola bakındı ve, "Kimdi o?" diye sordu. Her zamanki gibi karanlıktı. Etrafında kimseyi göremeyince gözleri fal taşı gibi açıldı ve kemiğe döndü. "Kemik! Sen mi konuştun? Demek konuşabiliyorsun ha. Az önce beni neden görmezden geldin? Çok kabaydı." Kemiğe konuşma fırsatı vermeden devam etti. " Neyse. Sorumu cevaplarsan seni affedeceğim. Söylesene, seni buraya kim koydu?"

"Ben kendim geldim."

"Nasıl yani?" Diye sorup bir an duraksadıktan sonra heyecanla devam etti. "Yoksa sen de mi yürüyorsun. Ama bacakların nerede ki?"

"Yürümek mi? O da ne öyle? Kulağa çok komik geliyor. Yürümek~ hehe. Hayır. Daha önce hiç yürümedim."

"Buraya nasıl geldin o zaman?"

"Yuvarlanarak tabii ki. Aptal mısın sen dostum? Bu kadar basit bir şeyi bile bilmiyor musun?"

'Ne oluyor şu an?' diye düşündü. 'Nasıl bir saçmalık bu? Bir yere gitmek için yürümek gerekir. Bunu herkes bilir yahu. Bu akılsız ne diyor böyle? Yuvarlanmak mı? O ne biçim saçmalıkmış öyle.'

Bu sırada kemik konuşmaya devam etti. "Ne cahiller var bu çukurda be. Adam daha yuvarlanmayı bilmiyor yahu, yuvarlanmayı." Ardından karanlığa doğru yuvarlanmaya başladı.

"Hey, nereye gidiyorsun? Dursana!" Adam yuvarlanan kemiğin peşinden koştu. Kemiğin diğer tarafındaki bazı çatlaklardan çok hafif de olsa ışık çıktığını görmüştü.

Kemik bir kemiğe göre epey hızlı yuvarlanıyordu takdir etmek gerek. Fakat bu hız onun için hiçbir şeydi. Kısa sürede onu yakaladı. "Demek yuvarlanmak buymuş." dedi kemiğin yanında sakince yürürken. "Ne kadar da saçma bir şey. İlerliyorsun ama çok yavaşsın. Hiç yürümek gibi değil. Çok da komik görünüyor. O asalet yok yani."

Bir süre bu şekilde ilerlediler. Duyulabilen tek şey adamın adım sesleri ve kemiğin yuvarlanırken çıkardığı takırtılardı.

Bir süre sonra adam konuşmaya başladı. "Şey, bir şey soracağım. Buralarda hiç boynuzlu bir adam gördün mü? Kollarında ve sırtında boynuz olan yani. Yoksa sadece kafasında mı boynuz vardı?" Bir yandan da hatırlamaya çalışıyordu.

"Boynuz mu? O da neymiş öyle? Bu çukurda da gittikçe daha garip yaratıklar ortaya çıkmaya başladı" diye yakındı konuşan kemik. Üstündeki çatlaklardan sızan ışık o konuşurken hafifçe dalgalanıyordu. "Kollarında ve sırtındaysa onlara boynuz demek doğru mu zaten? Sadece diken olmuyor mu onlar?"

"Bilmem. Sanırım doğru." Takdir eden bir ifadeyle kemiğe döndü. "Bir kemik için epey bilgilisin."

"Tabii ki öyleyim." Kemik iltifatı centilmen bir edayla kabul etti ve ekledi. "Bu kemik bir zamanlar bilge bir yaratığa aitti."

Adam tam cevap verecekken yukarıdan gelen kulak parçalayan sesler duyuldu. Bu sesler çığlık ve kükremenin sert bir karışımı gibiydi. Yeryüzü gümbürdedi ve ağır şeylerin çarpışmasını andıran sesler bir süredir devam eden ses cümbüşüne karıştı. En sonunda inanılmaz bir "BAAM" sesi ile tüm çukur sarsılınca adam kendini yerde buldu. Bu esnada kemik de ileri doğru fırlamıştı.

Adam ne olduğunu göremese de kolaylıkla anlamıştı. Gökyüzünden bir varlık daha düşmüştü. Kalın bir toz tabakası bir anlığına çukuru sardı. O anda sessizliğin şarkısını bölmeye kimse cürret edemiyordu. Ta ki gökyüzünden düşen varlık hareket etmeye başlayana kadar. 

Karanlığın içinde taş parçalarının düşme sesleri yankılandı. Varlık yavaşça doğruluyordu ve bu esnada düşüşüyle birlikte yanında sürüklediği parçalar da üstünden dökülüyordu. Öylesine iriydi ki sanki çukurun kendisi hareket ediyor gibiydi.

Adam gözleriyle kemiği aradı ve çok geçmeden de onu buldu. Kemik az ileride duruyordu. Üstündeki çatlaklardan sızan ışık o anda endişenin koyu tonlarında parlıyordu.

Adam hareket etmek üzereyken tereddüt içinde duraksayıp dinledi. Varlık tamamen doğrulmuş olacak ki düşen parçaların çıkardığı ses kesilmişti. Etrafındaki karanlık daha da derinleşti ve önünde devasa bir göz belirdi. İki yana doğru açılan göz kapaklarının içindeki göz, etrafındaki her şeyi aydınlatan bir ışık topu gibiydi. Bu topun ortasında da farklı bir evrene açılan bir yarığı andıran dikey bir göz bebeği vardı vardı. Göz yavaşça büyüyüp yakınlaşınca adam bu antik yaratığın ona doğru eğilip kendisini dikkatle incelediğini fark etti. 

Yaratıktan tiksinti dolu bir ses yükseldi ve derinlerden gelen bir nefretle tek bir kelime söyledi. 

"İnsan."