Günler, ayları; aylar yılları kovalamıştı. Karanlık oda artık sadece bir yer değil, ruhunun bir parçası olmuştu. Nefes almak bile acı veriyordu. Her sabah uyandığında, aslında bir şey değişmemiş oluyordu. Aynı duvarlar, aynı sessizlik, aynı korku…
Bir gün artık taşıyamadığını hissetti. İçinde yıllardır biriken acı, fısıltılara dönüşmüştü: "Dayanamıyorum."
O an, yaşamla ölüm arasındaki çizgi incecik bir ip gibiydi. Kimsenin görmediği bir köşede, varlığından vazgeçmeyi düşündü. Bu, bir çığlık gibiydi aslında… Sessiz ama çaresiz bir yardım çağrısı. Kimse duymadı.
Vazgeçmek istemesinin nedeni zayıflık değildi; kimsenin taşıyamayacağı kadar büyük bir yükü tek başına sırtlamıştı. Ama hayat, onunla başka bir sınav daha hazırlamıştı. Bir gün bedenine sızan sessiz bir ağrı, doktorun soğuk sesiyle gerçeğe dönüştü: Kanserdi.
O an dünya yeniden sustu.
Zaten kırılmış olan bir kalbin üzerine, bu kez ölümün gölgesi düşmüştü. Aynada yüzüne baktığında, gözlerinin içindeki ışığın neredeyse tamamen sönmüş olduğunu gördü.
"Ben zaten yoktum," diye fısıldadı kendi kendine. "Şimdi yalnızca biraz daha az olacağım."
Ama tuhaf bir şekilde, içindeki küçücük kıvılcım yine de tamamen sönmedi. Herkesin pes edeceği bir yerde, içinde hâlâ ufacık bir "yaşama isteği" vardı. Çünkü o, yıllardır karanlığın içinde ayakta kalmayı öğrenmişti.
Hastalığın verdiği yorgunlukla, her gün biraz daha soldu. Saçları döküldü, bedeni zayıfladı ama ruhunda bir parça hâlâ direniyordu. Her sabah gözlerini açtığında, sessizce fısıldıyordu:
"Ben hâlâ buradayım."
Belki kimse duymuyordu ama o fısıltı, karanlığın içindeki tek gerçeğiydi. Ölümle yaşam arasındaki çizgide defalarca sendeledi ama her defasında, bir şekilde yeniden nefes aldı. Çünkü bu hikâye, yalnızca karanlığın değil, hayatta kalmanın da hikâyesiydi.