LightReader

Chapter 19 - 10.Kardeş

Arisawa, Eldravon yolunu daha önce birkaç kez kat ettiği için ezbere biliyordu. Ama bu kez farklıydı. Vücudu baştan aşağı kan içindeydi, her nefes alışında yanık kokusu kendi burnuna çarpıyordu. Saatlerce at sürdü, her adımda sarsılan bedeni acıyla titredi. Gökyüzünde güneş batmaya yüz tutmuş, akşamın kızıllığı yavaşça yerini mora ve ardından siyaha bırakıyordu.

Zihni susmuyordu. Düşünmeden edemiyordu.

— Gerçekten terk mi edildim? Yoksa başka bir şey mi vardı? Belki de… beni korumak için yapmışlardır… belki de…

Ama kalbinin derinliklerinde bunun bir yalan olduğunu biliyordu.

Bir süre daha ilerledikten sonra, Eldravon'un devasa kapısı gözüne çarptı. Yüksek taş surların arasına sıkışmış, görkemli bir giriş. Gözlerini kısmış, nefesini tutmuştu. Muhafızlar kapıda duruyordu. Onlara görünmeden, kalabalığın arasına karışıp kapıdan geçti.

İçeri girdiğinde gözlerine inanamadı. Eldravon, her zamanki gibi ışıl ışıldı. Akşam olmasına rağmen her sokakta fenerler yanmış, şehrin ışıklandırması gökyüzünde yıldızlarla yarışıyordu. İnsanlar kalabalık gruplar halinde dolaşıyor, pazarlarda son alışverişlerini yapıyordu.

Ama Arisawa'nın hali… bambaşkaydı.

Yanıklarla kaplı vücudu, kararmış ve kan içinde kalmış derisi görenleri ürkütüyordu. Onun yanından geçen herkes hızla uzaklaşıyor, çocuklarını yanına çekiyor, gözlerini ondan kaçırıyordu. Fısıldaşmalar yükseliyordu:

— Ona bak… kim o öyle?

— Bir canavar gibi…

— Yanmış… nasıl hâlâ yaşıyor?

Ama Arisawa'nın umurunda değildi. Adımlarını hiç duraksamadan sürdürdü. 12 sarayın yakınlarında, babasının acil durumlar için satın aldığı evi hatırladı. O eve doğru ilerlerken kalbi hızlandı. Belki de… belki de gerçekten oradalardı.

Evi gördüğünde atından indi. Küçük ama iki katlı bir evdi. Sokağın köşesinde, sıradan görünümlü. O an için Arisawa'ya bir saraydan daha değerli görünüyordu. Nefesi titredi, elleri terledi.

Kapıya yaklaştığında durdu. Tıklatmadan önce bir an tereddüt etti. 

— Ya gerçekten beni istemezlerse? Ya da… her şey yanlış anlaşıldıysa?

Ama ne olursa olsun, gerçeği öğrenmek istiyordu. Yumruğunu kaldırdı ve kapıya birkaç kez vurdu. İçeriden ayak sesleri geldi. Kapı açıldığında karşısında… annesini gördü.

Anne donakaldı. Gözleri büyüdü, elleri titredi. Sanki bir hayalet görmüş gibiydi.

Arisawa gülümsedi. Gülümsemek için dudaklarını zorladı.

— Anne… ben geldim.

Anne, kelimeleri yutkunarak çıkardı.

— A-a… Arisawa… s-sen nasıl…

Arisawa kollarını açtı, annesine sarılmak istedi. Ama anne bir adım geri çekildi. Gözlerinde korku vardı.

Arisawa şaşırdı.

— A-anne?..

O sırada içeriden babasının sesi geldi.

— Hayatım, kim geldi?

Anne kekeleyerek cevapladı.

— B-bunu görmelisin.

Baba kapıya geldi. Gözleri Arisawa'ya değdiği anda yüzü taş kesildi. Yanıklarla kaplanmış, derisi kararmış bedeni tanınmaz haldeydi. Ama yine de… yüz hatlarından kimin olduğunu anlamak zor değildi.

Arisawa kısık bir sesle mırıldandı:

— Baba…

Bir anlık sessizlik oldu. Ama sonra babasının yüzündeki ifade değişti. Donuk şaşkınlık yerini küçümseyici bir bakışa bıraktı. Dudakları soğuk bir çizgi haline geldi.

Ve sert bir sesle konuştu:

— Benim çocuğum yok. Ben baban değilim. Seni tanımıyorum.

Arisawa'nın dünyası bir anda yıkıldı. Dizlerinin bağı çözüldü.

— B-ben… A-arisawa… b-baba… sen ne diyorsun?…

Ama babası tek kelime etmedi. Kapıyı sertçe kapattı.

O an Arisawa anladı. Gerçekten terk edilmişti.

Ama nereye gidecekti ki? Ne kalacak yeri vardı, ne de sığınabileceği biri. Bu yüzden kapının önüne oturdu. Çöktü. Ve orada uykuya daldı.

Sabah olduğunda, güneşin ışıkları göz kapaklarını aydınlatırken kapı gıcırdadı. Anne ve babası dışarı çıktı. Arisawa onları görür görmez ayağa fırladı. Koştu, babasına sarılmaya çalıştı.

Terk edildiğini biliyordu. Ama bunu kabullenmek istemiyordu.

— Baba… lütfen…

Baba sertçe itti.

''Muhafız!!" diye bağırdı.

Arisawa şaşkınlıkla dondu.

— B-baba, ne yapıyorsun?!

İki asker hızla geldi.

— Ne oldu efendim?

Baba parmağıyla Arisawa'yı gösterdi.

— Bu çocuğu tanımıyorum. Ama dün akşamdan beri bizi rahatsız ediyor. Bunu atın! Bir daha da gelmesin buraya.

Askerler hiç sorgulamadı. Arisawa'yı kollarından yakaladılar. O ise çırpınmaya başladı.

— Hayır! Bırakın beni!! Baba!! BABA!!

Ama nafile. Askerler onu sürükleyerek evden uzaklaştırdı. Sokağın köşesine vardıklarında yere fırlattılar.

— Seni öldürmediğimize şükret, velet.

Son bir bakış bile atmadan uzaklaştılar.

Arisawa taş zeminde kaldı. Yaralı, kan içinde, paramparça. İçinde artık hiçbir şey kalmamıştı. Ne kimsesi vardı, ne parası. Çaresizlik içinde bir köşeye çömeldi. Belki de… belki de biri gelir, yardım eder diye bekledi.

Ama akşam oldu. Güneş battı, soğuk gece şehre indi. Rüzgâr sokaklarda uğulduyordu. Arisawa yere uzandı, bulduğu bir karton parçasını üstüne çekti. Titreyerek gözlerini kapamaya çalıştı.

O anda… bir ses duydu. Küçük bir kızın sesi.

— Sen iyi misin? Gece neden dışarıdasın? Hava çok soğuk.

Başını çevirdi. Karşısında kırmızı saçlı, kendi yaşlarında bir kız duruyordu. Gözleri endişeyle bakıyordu.

Arisawa kısık bir sesle yanıtladı.

— Ailem… beni terk etti. Gidecek bir yerim yok.

Kız şaşırdı. Gözleri doldu.

— Anladım… bu zor olmalı. Benim adım Mira. Senin adın ne?

— Adım… Arisawa.

Tam o sırada kızın babası yaklaştı.

— Hadi Mira, devam edelim.

Mira başını çevirdi, babasına yalvardı.

— Ama baba! Arisawa üşüyor ve gidecek bir yeri yok!

Babası iç çekti.

— Yapacak bir şey yok. Ne yapalım ki?

Ama Mira inatçıydı.

— Baba, ne olur… bizde kalsın. En azından bir süre… lütfen.

Adam bir süre düşündü. Sonunda başını salladı.

— Tamam, tamam. Bir süre bizde kalabilir. Annen biraz kızacak ama…

Mira'nın gözleri parladı.

— Teşekkür ederim baba!!

Arisawa minnetle eğildi.

— T-teşekkür ederim…

Mira hiç düşünmeden onun elini tuttu. Ayağa kaldırdı. Ve sevinçle koşmaya başladı.

O günden sonra… Arisawa'nın hayatı tamamen değişecekti…

Savaş meydanında kara alevlerin uğultusu yankılanıyordu. Toprak yanık kokusuyla dolmuş, gökyüzünü kaplayan duman ay ışığını bile boğmuştu. Arisawa, gözlerini bir anlığına Akira'ya çevirdi.

Akira hemen fark etti.

— Bir şey mi oldu Arisawa hocam?

Arisawa kısa bir süre sessiz kaldı, sonra sakince cevap verdi:

— Bir şey yok. Şu savaşı bitireyim, sonra seninle bir şey konuşacağım.

Akira'nın gözleri hafifçe büyüdü.

— Ablamla mı alakalı?

Arisawa başını onaylarcasına salladı.

— Evet.

Ruh ise karşısındaki manzaradan hâlâ şoktaydı. Öfke ve korku aynı anda yüzüne yayılmıştı.

— Vücudunun adaptasyonu da ne demek!?

Arisawa cevap vermek yerine ellerini yavaşça açtı. Bir anda Ruh'un kullandığı siyah alevler, sanki ondan alınmış gibi Arisawa'nın ellerinden fışkırmaya başladı. Kara alevler, etrafı titreten bir uğultuyla gökyüzüne doğru yükseldi.

Raiga'nın ağzı şaşkınlıktan bir karış açılmıştı.

— Bu… bu nasıl mümkün olabilir!?

Ruh, öfkesini gizleyemedi.

— Bu saçmalık!

Gözlerini kırmızıya boyayan öfkeyle ileri atıldı ve Arisawa'nın karnına öldürücü bir tekme savurdu. Darbenin gücü taşları paramparça edecek cinstendi. Tekme tam isabet etti, ama olan inanılmazdı.

Arisawa hiçbir şey olmamış gibi dimdik ayakta kaldı. Sadece tekmenin geldiği yöne bakıp alaycı bir şekilde gülümsedi. Ardından Ruh'un bacağını yakaladı ve inanılmaz bir güçle onu havaya kaldırıp metrelerce uzağa fırlattı.

Ruh yere çakıldığında yer çatladı, toprak havaya savruldu. Gözleri büyümüştü, sesi titriyordu.

— Y-yoksa… sen acı hissetmiyor musun!?

Arisawa ağır adımlarla ona doğru yürüdü. Ses tonu soğuk, keskin ve ürkütücüydü.

— On yedi senedir acı hissetmiyorum.

Ruh'un dudakları titredi.

— S-senin sınırların falan yok mu!?

Arisawa kahkaha attı. Sesinde kibir değil, mutlak bir üstünlük vardı.

— Sen benim adaptasyonumun sınırlarını göremeyecek kadar güçsüzsün.

Ruh'un dizlerinin bağı çözüldü. Gözlerinde ölüm korkusu okunuyordu. İçinden çığlık atarcasına düşündü:

— K-kaçmam gerek! Eğer kalırsam burada öleceğim!

Bir anda arkasını döndü ve var gücüyle koşmaya başladı.

Raiga öfkeyle bağırdı:

— Şerefsiz kaçıyor!

Ama kaçış kısa sürdü. Arisawa, göz açıp kapayıncaya kadar Ruh'un önünde belirdi. Kara alevleri kontrol eden elleri, Ruh'un bedenine doğru savruldu. Bir anda Ruh'un tüm vücudu alevler içinde parçalanmaya başladı.

Ruh acıdan kıvranıyordu.

— A-ahhhh! Öleceğim! Bu gidişle öleceğim!

Tam o sırada gözleri yerde parlayan bir şeye takıldı. Efsanevi kılıç setsuna… Umutsuzca ona doğru uzandı. Tek kurtuluşunun bu olduğuna inanıyordu. Tüm gücünü toplayıp kılıcı kavradı ve kınından çekmeye çalıştı.

Ama o an korkunç bir şey oldu. Sağ kolu omzundan itibaren koparak yere düştü.

Ruh'un gözleri şokla açıldı.

— N-nasıl…

Arisawa soğuk bir gülümsemeyle konuştu:

— Efsanevi kılıcın seni seçmeyeceği zaten belliydi. Sen zayıfsın.

Ruh panikle bağırdı:

— Dur! Konuşabili—

Ama sözünü bitiremeden Arisawa tek bir hamleyle Ruh'un kalbine saldırdı. Kılıcın darbesiyle Ruh'un bedeni paramparça oldu, parçaları kara alevlere karışarak yok oldu.

— ''O-olamaz… h-hayır…" diye fısıldayarak yokluğa karıştı.

Sessizlik çöktü. Yanan toprak ve alevlerin uğultusundan başka hiçbir şey duyulmuyordu.

Arisawa kılıcı aldı, ardından takımına döndü.

— İşimiz bitti. Artık dönebiliriz.

Akira hayranlıkla baktı.

— Harikasınız!!

Raiga ise ellerini cebine sokup başını çevirdi.

— Yani bize yardım ettiğin iyi oldu ama…

Yui hafifçe güldü.

— Biz sizin aksinize güçsüzüz.

Arisawa başını salladı.

— Çalışırsanız, benden bile güçlü olabilirsiniz.

Akira, biraz düşünerek konuştu.

— Bu çok zor olur… Arisawa hocam, antrenman için Sisli Orman'daki ihtiyarın yanına gidebilir miyim?

Raiga hemen çıkıştı.

— Ne?! O ihtiyarın yanına gerçekten gidecek misin?!

Akira kararlı bir şekilde başını salladı.

— Güçlenmem gerek.

Arisawa onu dikkatle inceledi, sonra kabul etti.

— Tamam, gidebilirsin. Ama en fazla bir hafta kalabilirsin. Size vereceğim görevlerim var.

Akira onayladı.

— Anladım.

Arisawa kılıcı eline alıp derin bir nefes verdi. İçinden sessizce düşündü:

Akabane'ye olan borcum böylelikle bitmiş oldu.

Ama o sırada tuhaf bir şey oldu. Akira'nın gözleri kılıca kaydı. İçinde garip bir his dolaşıyordu, kalbi hızla çarpmaya başladı.

Yui fark etti.

— Akira, bir şey mi oldu?

Akira adım atarak Arisawa'ya yaklaştı.

— Kılıçtan bir enerji seziyorum… sanki beni çağırıyor.

Arisawa kaşlarını çattı.

— Akira, ne yapıyorsun?

Akira elini uzatıp kılıca dokundu. Bir anda kılıç parlamaya başladı.

Raiga şaşkınlıkla bağırdı.

— Ne saçmalık bu?!

Arisawa endişeyle bağırdı:

— Akira! Dur, ne yapıyorsun?!

Yui panikle seslendi:

— Akira! Diğer elinle çekmen lazım, yoksa—

Ama sözünü tamamlayamadan Akira sağ eliyle kılıcı kınından çekti. Herkes nefesini tuttu. Ruh'un kolunu koparan o lanetli kılıç, Akira'nın elinde parlamaya devam ediyordu.

Raiga donakaldı.

— A-aptal kılıç… onu mu seçti?!

Yui'nin gözleri büyümüştü, nefes almakta zorlanıyordu.

Akira şaşkınlıkla elindeki kılıca baktı. Sonra sakin bir şekilde kınına geri soktu.

— Sanırım yeni bir kılıcım daha oldu.

Arisawa derin bir nefes aldı, gülümsedi.

— Seni seçmesi… gerçekten beni şaşırttın Akira.

Akira, hâlâ şoktan çıkamayan Yui'ye döndü.

— Yui? Şaşırmanı anlıyorum ama bu biraz abartı değil mi?

Raiga da alaycı bir ifadeyle Yui'ye baktı.

— Kesinlikle bu kadar şaşıracak bir şey yok. Aptal aptalı çeker işte. Az önce de bir şey diyordun, hani diğer el falan?

Akira başını salladı.

— Evet, ben de duydum. Diğer kolunla tutman lazım diyordun sanki.

Yui derin bir nefes aldı, sakinleşmeye çalıştı.

— Öyle bir şey demedim. Sadece… yüz yıl sonra kılıcın birini seçmesi beni şaşırttı.

Kısa bir sessizlik oldu. Herkes birbirine bakıyordu. Sonunda Arisawa konuştu:

— Akira, sen kılıçla birlikte gidebilirsin. Yolculukta dikkatli ol. Siz de bana yolda şu 'kaos' dediğiniz şey hakkında bilgi vereceksiniz.

Raiga gülerek cevap verdi.

— Bana uyar, mavi herif.

Böylece dördü de atlarını alıp Granithold'a geri dönmek üzere yola çıktı. Arkalarında ise yıkıntılar, kara alevlerin küllerini ve Ruh'un yok oluşunu bıraktılar.

Granithold'a vardıklarında Arisawa, Yui ve Raiga doğruca saraya yöneldi. Akira ise tek başına farklı bir rotaya girmişti. Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından nihayet sislerin arasından gölgeler gibi yükselen ağaçlarla çevrili Sisli Ormana ulaştı. Atının nallarının çıkardığı sesler sisin içinde boğuluyor, orman adeta nefesini tutmuş gibi sessizleşiyordu.

Akira'nın gözleri kararlıydı. Rotasını hiç tereddüt etmeden Morvan'ın evine çevirdi. Kısa süre sonra, ormanın kalbinde duran eski ama görkemli evi gördü. Tahta kapının önünde atından indi, dizginleri bağladı ve büyük kapıyı üç kez tıklattı.

Kapı anında açıldı. Karşısında Kian vardı. Gözleri şaşkınlıkla büyümüştü.

— Akira! Burada ne yapıyorsun?!

Akira, ciddi bir ses tonuyla cevap verdi:

— İhtiyar Morvan'ı görmek istedim. İçeride mi acaba?

Kian başını salladı.

— Evet, içeride. Meditasyon yapıyor.

Akira kapının kenarına yaslandı.

— İçeri gelebilir miyim?

Kian gülümseyerek kenara çekildi.

— Tabii ki girebilirsin.

Akira kapıdan içeri adımını attı. Atını sağlamca bağladıktan sonra eve yöneldi. Kian onu süzerken gülümsemeye devam etti.

— Görüşmeyeli uzun zaman olmadı ama. Her şey yolunda mı?

''Evet, yolunda." dedi Akira kısaca.

Kian kaşlarını kaldırdı, sesi alaycıydı.

— Peki neden Morvan'ı görmek istiyorsun? Yoksa dayak yemeyi mi özledin? Haha.

Akira gülümsemedi, yüzü ciddiyetle gerildi.

— Kaos… yine harekete geçti.

Kian'ın yüzündeki gülümseme dondu.

— Yine kaos tarafından gönderilmiş bir ruh mu?

— Evet. Görünüşe göre onlarla daha çok karşılaşacağız. Bu yüzden gerçekleri bilmem gerek.

Kian derin bir nefes alıp gülümsedi, ama gözlerinde endişe okunuyordu.

— İhtiyarın sana gerçekleri anlatacağını zannetmiyorum.

— Bunu ondan duymam gerekiyor. O nerede?

— Dojo odasında. Seni götüreyim.

Akira'nın suratı düştü.

— Orayı gayet iyi biliyorum…

Birlikte dojo odasına yöneldiler. Kian kapıyı açtığında içeri girdiler. Morvan içeride, gözleri kapalı meditasyon halindeydi. Odanın havası ağırdı, duvarlarda eski silahlar asılıydı.

Kapı açılınca Morvan gözlerini hafifçe sıktı. Gözlerini açmadan konuşmaya başladı:

— Bu… efsanevi kılıç.

Kian şaşkınlıkla bakındı.

— Ne diyorsunuz? Efsanevi kılıç falan yok. Akira geldi.

Morvan'ın dudaklarında küçük bir gülümseme belirdi.

— Biliyorum. Akira'nın yanında efsanevi kılıç var.

Kian'ın gözleri büyüdü, Akira'ya döndü. Akira omuz silkerek konuştu:

— Çok iyisin ihtiyar. Gözlerini bile açmadan anlayabildin.

Kian fısıldadı.

— Y-yoksa… o efsanelerdeki…

Akira ona döndü, kılıcının kabzasına dokundu.

— Evet. Bu efsanevi kılıç setsuna.

Morvan sanki şaşırmıyordu. Sadece sessizce söyledi:

— Seni seçti yani.

Akira başıyla onayladı.

Morvan gözlerini araladı.

— Kılıcı görebilir miyim?

Akira sağ eliyle kılıcı kınından çekti. Bir anda kılıç kıpkırmızı bir ışıkla parladı, oda kızıl bir aura ile doldu.

Morvan gözlerini tamamen açtı, ilk kez şaşırmış gibiydi.

— Sen onu… sağ elinle tutuyorsun.

Akira kaşlarını çattı.

— Evet. Yui de aynı şeyi söylemişti. Yoksa bir sorun mu var?

Morvan gözlerini kapatıp başını salladı.

— Hayır. Bir şey yok.

Kısa bir sessizlik oldu. Sonunda Kian konuştu:

— Morvan, Akira'lar yine kaos ruhu tarafından saldırıya uğramış.

Morvan'ın yüzü gölgelenmişti.

— Yani buraya gerçekleri öğrenmeye geldin, değil mi?

Akira başını salladı.

— Evet.

Morvan cevap vermedi. Sessizlik boğucu bir hâl aldı. Akira öne bir adım atıp kararlı bir sesle konuştu:

— Morvan, bence bu artık ciddi bir hâl aldı. Yakında tekrar onlardan biriyle karşılaşacağımızı düşünüyorum.

Morvan duraksadı. Konuşmadan önce tereddüt ettiği belli oluyordu.

— … yine gönderilmiş bir ruh mu?

Akira kılıcını kınına yerleştirip başını eğdi.

— Evet. Bu seferki, Lion denen adamın gönderdiği ruh'tu.

Morvan düşünceli bir sesle mırıldandı:

— Kendileri neden hareket etmiyor? Bir şey mi planlıyorlar yoksa…

Akira omuz silkti.

— Bilmiyorum. Dokuz kardeş hakkında bilgisi olan sizsiniz sonuçta.

Morvan aniden ayağa kalktı.

— Akira, Kian… benimle gelin.

İkisi de şaşkınlıkla bakıştı ama ses etmediler. Morvan dojodan çıkıp ağır adımlarla kütüphaneye doğru yürüdü. Onlar da sessizce peşinden gittiler.

Kütüphaneye vardıklarında Kian alaycı bir sesle konuştu:

— Morvan, ben zaten bu kitapların hepsini okudum.

Morvan cevap vermedi. Kitapların yanındaki tahta paneli kaldırdı. Arkasında gizlenmiş bir kol vardı. Kolu aşağı doğru çektiğinde tüm kitaplık gıcırdayarak iki yana açıldı. Arkasında karanlık bir geçit belirdi.

Morvan döndü ve soğukkanlı bir ifadeyle söyledi:

— Bunları okumadın.

Kian'ın gözleri büyüdü.

— Demek bunca zamandır bunu benden saklıyordunuz…

Morvan içeriye adım attı.

— Girin.

İçerisi tozlu, karanlık ve yıllardır el değmemiş gibiydi. Akira kitap raflarını incelemeye başladı. Çoğu kitabın eski mitler ve efsanelerle ilgili olduğunu fark etti.

— Morvan, burada sadece efsaneler var.

Morvan başını salladı.

— Onlar efsane değil. Hepsi gerçek.

Akira'nın gözleri büyüdü.

— Ne?!

Kian fısıldadı.

— B-bunların hepsi gerçek mi?

Morvan rafları araştırırken sonunda aradığı kitabı buldu. Eski bir masaya oturup kitabı açtı.

— Buraya gelin.

Kian merakla sordu:

— Ne buldunuz?

Akira kaşlarını kaldırdı.

— Normal bir kitaba benziyor.

Morvan cevap vermeden sayfaları çevirdi. Bir noktada durdu. Sayfanın üstünde ortadan ikiye katlanmış bir fotoğraf vardı. Yavaşça açtı.

Fotoğrafta dokuz genç çocuk, bir anne ve bir baba vardı.

Akira ve Kian donakaldı.

— Y-yoksa bunlar…

Morvan sessizce onayladı.

— Evet. Bunlar 9 Volgrath kardeş.

Akira derin bir nefes aldı.

— Siz bunu nereden buldunuz?

— Volgrath malikanesinden aldım. Sen daha önce oraya gitmiş olmalısın, Akira.

Akira kısa bir süre düşündü. Sonra rüyalarında gördüğü o büyük ve karanlık malikaneyi hatırladı. Heyecanla bağırdı:

— Evet! Malikaneyi daha önce rüyamda görmüştüm!

Bir anda kafasında bir ses yankılandı.

— B-bunu hatırlıyorum.

Akira irkildi.

— Sen de kimsin?

— Valtherion.

Akira derin nefes aldı.

— Bu fotoğrafı hatırlıyor musun? Şu ortadaki adam sen olmalısın.

— Evet, o benim. Bu fotoğrafı ünlü bir ressama çizdirdiğim zamanı hatırlıyorum. O zamanlar hayatımın en iyi yıllarıydı.

— Peki sonra ne oldu? Volgrath ailesinin gizemi neydi?

Valtherion'un sesi ağırlaştı.

— Bu fotoğrafta biri eksik. Yanlış hatırlamıyorsam o da burada olmalıydı.

Akira fotoğrafa dikkatle baktı. Sonra fark etti.

— Sahi! Valtherion'un dediği gibi… Morvan!, bu fotoğraf eksik!

Morvan'ın kaşları çatıldı.

— Valtherion mu söyledi?

Akira başını salladı.

— Evet. Fotoğrafın sağına bakın. Sanki yırtılmış gibi.

Kian sesini yükseltti.

— Peki yırtık kâğıt nerede?! Ayrıca dokuz kardeş olmaları lazım. Bu fotoğrafın eksik olması imkânsız!

Akira düşündü.

— Ya on kardeş olma ihtimalleri varsa?

Morvan derin bir nefes aldı, sonra konuyu değiştirdi.

— Bu önemli değil. Sizi buraya onların gücünü anlatmak için getirdim.

Akira ileri atıldı.

— Güçlerini mi anlatacaksınız?

Morvan başını salladı.

— Evet. Eğer bir savaş olursa, Velmorya'ya yardımım dokunması iyi olur.

Kian şaşkınlıkla sordu:

— O zaman siz onların hepsini biliyorsunuz.

— Hepsini tanıyordum. Ama çok uzun zaman geçti. Unutmamak için hepsini buraya yazdım.

Morvan içinden fısıldadı: 

— İki tanesini unutmam imkânsız…

Kitabı açıp dokuz kardeşin olduğu sayfayı buldu. Ama sadece dört kardeşin adı yazılıydı. Parmağıyla işaret ederek anlatmaya başladı:

— Birinci çocuk, beyaz saçlı Kışın Kael'i. En tehlikelilerden biri. Gücü, kaos ile buzu şekillendirmek. Eğer onu görürseniz… ölürsünüz. Şu ortadaki, kırmızı saçlı Çölün Nefreti. Kaos ile kumu kontrol eder. Kesinlikle buzdan daha güçlü. Onu ben bile yenemem. Üçüncü çocuk, Takeshi. Toprağın kaosu. Ve elimde bilgisi olan son çocuk… Rion Volgrath, ateşi kontrol eder."

Akira ve Kian dikkatle dinledi.

Akira derin bir nefes aldı.

— Bunlar ruh tekniğiyle hâlâ hayatta mı? Bu kesin mi?

Morvan'ın sesi kararlıydı.

— Evet, kesin. Çölün Nefreti'ni görene kadar emin değildim ama… onu iki kere gördüm.

Kian'ın gözleri alevlendi.

— Ne!! Onu bir kere daha mı gördünüz? Ailemi öldüren o herifi!!

Morvan sertçe çıkıştı.

— Sakin ol Kian. Onu ilk gördüğümde seni kurtardığım gündü. İkinci kez ise yakın zamanda gördüm. Ama onunla savaşmadım.

Akira şokla sordu:

— Kaçtınız mı?

Morvan sessiz kaldı. Sonra gözlerini kapatıp fısıldadı:

— Evet. Kaçtım.

Kian yumruklarını sıktı, öfkeden titriyordu.

— Ondan nefret etmiyor muydunuz?! Neden kaçtınız?! Neden onu öldürmeye çalışmadınız?!

Morvan'ın sesi ağırdı.

— Onu sevmememin sebebi… ailemi öldüren kişiyle bağlantılı olması. Ayrıca… istesem de onu öldüremem.

Akira başını eğdi.

— Siz bile onu yenemiyorsanız… onunla karşılaşmak bizim için iyi olmaz.

Kian öfkeyle yumruğunu sıktı.

— Şimdilik öyle. Ama ileride, bir gün… onu öldüreceğim!

Morvan gözlerini Akira'ya dikti.

— Muhtemelen tüm kardeşler yaşıyor. Yakında Velmorya'ya saldırı yapabilirler. Bunu konseye söylemeni istiyorum, Akira.

Akira başını kaldırdı.

— Tamam!

Morvan ciddi bir sesle ekledi:

— Hatta hemen söylemeni istiyorum. Hemen gitmelisin.

Akira yüzünü buruşturdu.

— Burada bir hafta kalmak istiyordum ama…

''Bu iş ciddi." dedi Morvan kararlı bir sesle.

Akira içinden homurdandı.

— Off…

Morvan, elindeki fotoğrafı Akira'ya verdi.

Akira dışarı çıktı, atının yanına yürüdü. Dizginleri sıkıca kavradı, istemeyerek de olsa atına bindi ve hızlıca saraya doğru sürdü.

Sisli Orman'ın derinliklerinde toz bulutları yükseldi. Akira'nın kalbi sıkışıyordu. Çünkü artık sadece kaos ruhlarıyla değil, bütün bir Volgrath ailesinin karanlık mirasıyla yüzleşeceğini biliyordu.

More Chapters